1990'lı yıllarda küreselleşme karşıtı görüşler gelişmişti. Şimdi ise bu akıma rakip olarak özellikle gençler arasında ama bazı daha az genç olanlar arasında da şu veya bu biçimde düzen karşıtı olduğunu söyleyen yeni bir akım ortaya çıktı.
Bu yeni görüşün kutsal kitabı, ekonomik büyümeye karşı çıkmak olan "üretkenlik karşıtlığı", tüketime karşı mücadele, yerel bir ekonomiye geri dönüş, teknik ilerlemeye karşı çıkmak, "gösterişten uzak" durma veya "iradeli, sade davranma" temellerinden oluşuyor.
Oldukça ilgi görmeye başlayan bu akımın kalıcı olacağını öngörmek güç. Ama şu dönemler moda haline geldiği kesin. Yine de son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, Avrupa küçülme listeleri, seçim bölgelerine göre yüzde 0.02 ile 0.04 oy almakla sınırlı kaldı. Diğer yandan seçimde, Avrupa çevrecileri listesinin yaptığı büyük atılım (yüzde 16.28) en azından kısmen de olsa bunu doğruluyor. Çünkü birçok küçülme taraftarı "oyum boşa gitmesin" yaklaşımıyla Daniel Cohn- Bendit listesine oy verdi.
Küçülmeye, küçük burjuva aydınlar ve öğrenciler arasında ilginin gittikçe arttığı tartışılmaz. Örneğin "Üretimi Azaltma" (La De'croissanch) isimli yayının tirajı, göreceli bir başarı ile 50 bine ulaştı. Siyasi bir gazete için bu önemli bir rakam.
Küreselleşme karşıtı çevrenin taraftarlarının bir kısmının küçülme hareketine kayması, fikri açıdan açıkça bir gerileme sayılır.
Küreselleşme karşıtı hareket, sınırlarına ve koyu reformcu niteliğine rağmen en azından eşitsizlikleri teşhir ediyor ve zenginliğin, yeryüzünün farklı bölgeleri arasında daha eşitçe dağıtılmasını istediğini iddia ediyor. Küçülme veya bu eksendeki bir sürü örgüt, gazete ve bu akıma bağlı olduğunu söyleyen kişiler, farklı bir alanda yer alıyor: Yani açıkça gerici bir alanda yer alıyorlar. Taraftarları da zaten bunu inkâr etmiyor: Örneğin Fransa'da küçülme hareketinin ülkedeki en önemli temsilcisi Serge Latouche yayınladığı, üretimi kolayca azaltma küçük kılavuzunda "kalkınmayı ve ilerlemeyi" savunanların totalitarizmini teşhir edip "ilerici despotizm!" diye adlandırıyor. Böyle bir şeyin söylenebileceğine inanmak için kendimizi çimdiklememiz gerekiyor. Afrika'da biraz su bulabilmek için kilometrelerce yolu yaya yürümek zorunda kalan kadınlar veya üçlü dozun yokluğundan dolayı AİDS'ten ölen yüz binlerce insanın, "ilerici despotizmin" kurbanı olmadıkları için sevinme olasılığı fazla olmasa gerek. Buna benzer ilerleme karşıtı fikirleri, Susmalar (Silences) isimli küçülme taraftarı yayında da bulmak mümkün. Örneğin bir kapak sayfasında, yarı insan yarı sürüngen canavar şeklinde yayınladığı üç ayrı karikatürün alt yazısında "dünyayı tahrip etmek istiyorlar" diye yazdı. Bu üç kişilik, "büyüme, tüketim ve ilerleme üçlüsü kötülüğü" diye adlandırıldı.
Artık bayrak dikildi. Küçülme hareketi, ilerlemeye karşı çıkmakla sınırlı kalmayıp geriye dönüş istediğini açıkça belirtiyor. Örneğin bazı taraftarları kendilerini "geriye dönüşçüler" olarak adlandırıyor.
Yaşadığımız bu kriz ortamında böyle bir akımın ortaya çıkması veya daha doğrusu yeniden ortaya çıkması şaşırtıcı olmasa gerek. "Üretime karşı mücadele" akımının nüfus alanındaki karşılığı olan Malthusculuk her kriz olduğunda, krizden kaynaklanan korkulara cevap verme iddialarıyla yeşeriyor. Aslında bunda, şaşılacak bir şey yok. Ama biz devrimci komünistler, her ne pahasına olursa olsun "üretimi arttırma" veya büyüme taraftarı olmasak da, bu gibi gerici akımlara karşı kararlı bir şekilde mücadele etmeliyiz. Bunu her şeyden önce bizler, insanlığın ilerlemesi ve bilimsel ilerleme taraftarı olup geri dönüşe karşı olduğumuz için yapmalıyız.
Eski fikirlerin yeniden piyasaya çıkışı
Küçülme fikirleri bundan yaklaşık 30 yıl önce ortaya çıktı. 1960'lı ve 1970'li yılarda bazı iktisatçı, sosyolog ve din görevlileri, temellerini attılar: Nicholas Georgescu-Roegn (1906-1994), "papaz" Ivan İllich (1929-2002) ve Maltuscu Poul Ehrlich (1932 doğumlu).
Bu akım 1970'lerin başında kapitalist krizin büyümesiyle birlikte büyüdü, işte yine bu dönemde içlerinden en çok tanınan Roma Kulübü gibi belirli fikir gurupları Maltus'un (1766-1834) teorilerini yeniden gündeme getirdiler. Maltus, insanlığın çoğalmasının kaçınılmaz bir şekilde insanlığı yok edeceği görüşünü savunuyordu. Ortada yeni bir şey yok: Bundan yüz yıl önce sosyalist Bebel, Maltus'un fikirleriyle ilgili olarak, bu fikirlerin "sosyal düzenin yozlaşmasının veya genel hoşnutsuzluğun insan fazlalığından ve yiyecek yetersizliğinden olduğunu, bunların üretim ve paylaşım biçiminden kaynaklanmadığını" savunduğunu yazdı.
Yine 1970'li yıllarda, Hippi çevrelerinde, yeniden doğaya dönüş ekseninde tabiatla daha içli dışlı olmak savunuldu, "üretkenliğe" teknik nedenlerle karşı çıkıldı, küçük bağımsız komünler oluşturuldu ve uçuk fikirler ortaya çıktı. Bugün tüm bu fikirleri, küçülme hareketinde yeniden görüyoruz.
Karışık fikirler hareketi
Üretimin azaltılması hareketinde her şey var. Çünkü bilimsel bir teori değil ama çelişkili olanlar dahil, bir çok fikir kalabalığından oluşuyor.
Bu karmaşa nedeniyle bu akım, birçok saçma şey söyleyebilir ve hatta bazı taraftarları, kendini aşırı sol ve bazıları ise aşırı sağ olarak nitelendirebilir. Örneğin din görevlisi Jacqes Ellul, bütün küçülme hareketine mal etmesek de, akımın atası olarak kabul ediliyor, 1986'da "İncil'de gördüğümüz gibi insanlar arasında ahlaki ve fiziki kötülükler sınırları aşınca tanrı gücü müdahale eder. Tanrı, insanları ya tövbe edip pişman olmak ya da ölüm seçeneği ile bırakacak bir olay yaratır. AIDS'in ortaya çıkmasının tanrının bu kararına bağlı olduğuna inanıyorum" diyordu.
Küçülme hareketi, çevrecilik, anarşizm, antikapitalizm ve de Malthusculuktan oluşan bir karışım diye özetlenebilir. Doğal kaynakların sınırlı olduğu ve üretim artışının bunu göz önünde bulundurmayıp gerçekleştiği teşhisini yapıp, ekonomik büyümeye, kitlelerin tüketim olanaklarına ve teknolojinin gelişmesine karşı çıkar. Sanayiye karşı çıkıp zanaatkârlığa dönmeyi ve Prudon'un Anarşizminden esinlenip, yerel üretimi ve kırlarda yaşamayı savunuyor. Hatta bu hareketin bazı köktenci çevreleri, en yoksul ülkelerin bile kalkınmasına... ve hatta bazıları, işi tıbbın ilerlemesine bile karşı çıkmaya kadar götürüyor. Abartıyor muyuz? Hiç de değil: Üretimin azaltılmasını savunan teorisyenlerin en önde gelenlerinden biri olan Ivan İllich, kişinin kendi teşhis koymasını ve kendi ilacını seçmesini engellediği iddialarıyla modern tıbba karşı çıkıyor.
Bu vesileyle yine bu aynı İllich'in, çocukları ileride büyüyecekleri, tüketici olup köleye dönüşecekleri ve okulun bir "uyuşturucu" olduğu iddiasıyla okula karşı çıktığını hatırlatalım. Ve İllich, 1971'de "okula gitmemenin potansiyel devrimciliği" adlı bir makale yazdı. Bütün küçülme taraftarları bu görüşü paylaşmasalar da, Fransa'da bile yoksul semtlerde on binlerce gencin "okula gidememe" durumuna düştükleri ve de bundan hiçbir "devrimci potansiyel" olmadığı açıkça görülmesine rağmen, böyle bir yazarın peşinden gitmek hayret verici.
Bu saçma görüşten yola çıkan bazı küçülme taraftarları, Üçüncü Dünya ülkelerinde hastane ve okul inşa edilmesi fikrine karşı çıkıyor. Onlara göre yoksul ülkeler tüketimden korunmuş adacıklardır, tabii ki buralarda okul ile hastane inşa etmek onları doğru yoldan çıkarmak olacakmış. Eğer üretim artışına karşı olanların mantıklarına uyarsak, onlara göre yoksul ülkeler şahane yerler. Çünkü onlar, yoksul oldukları için tüketici yozlaşmadan uzaklar. Üretim artışına karşı olanların "iradeli, basit" yaşam zırvalarının ardında, yoksulluğa dönüş fikri savunuluyor. Örneğin Serge Latouch, bir eserinde "küçülme fikirlerinin" atası olan bir esere atıfta bulunuyor. Bu kitabın ismi "Yoksulluk, halkların zenginliği"dir.
Tabii ki hepsi bu şekilde saçmalamıyor. İçlerinden bir kısmı, geri kalmışlığı çok yararlı bir şey olarak görse de bir kısmı buna karşı mücadele etmek istediklerini söyleyip, zengin ülke insanlarının kemer sıkması gerektiğini savunuyor. Bu fikrin dayanak noktası, pasta yeteri kadar büyük olmadığı için yoksul ülkelerdeki insanların daha çok yiyebilmesi için zengin ülke insanları daha az yemeleridir. Böylece kalkınmış ülkelerde "zengin" diye adlandırılan kitlelerde suçlu olma duygusu geliştirilecek. Hıristiyanlığın yaklaşımından fazla uzak olmayan bu yaklaşım, bizim yaklaşımımız olamaz. Bertol Breht'in Salomonun Türküsü'nde yazdığı gibi: "Aziz Martın mantosunun yarısını bir yoksula verdi. Böylece ikisi de soğuktan öldü." Soğuktan korunmak için yeterli sayıda manto üretilmeli dediğimiz için tiksindirici "aşırı üretimciler" miyiz?
Küçülme taraftarları, hangi akıma bağlı olurlarsa olsunlar, sürekli eski fakirliğe geri dönülmesi gerektiği fikrini savunurlar. Hatta bunu mide bulandırıcı seviyeye kadar getirirler. Örneğin Üretimi Azaltma yayınının Eylülü 2004 başyazısı, beş sütun halinde "Yaşasın yoksulluk!" biçimindeydi. Bugün Fransa'da yoksulluk yardımıyla geçinen 6 milyonun ve her gün işsizlik merkezlerine kayıt yaptırmak için başvuran 3 bin kişinin bu görüşe rağbet edeceğini sanmıyoruz.
Aynı şekilde, bu gazetenin son attığı "Kahrolsun satın alma gücü" başlığının ay sonunu getirmekte zorlanan milyonlarca emekçiyi sevindireceğini de sanmıyoruz. Küçülme taraftarlarına göre yoksullar için çamaşır makinesi, araba, bilgisayar, internet gibi refah ve yardım sağlayan şeyler, saçma ve gereksizdir ve yoksulları basitlikten, ilahi duygulardan ve kendi özüne dönmekten uzaklaştırır. Onlara göre en yoksul emekçiler, en sıkı küçülme taraftarları. Çünkü bu emekçiler, güçleri olmadığı için küçülme taraftarlarının düzenledikleri "hiçbir şey satın alma günleri" veya "noelde hediye alma" eylemlerinin kendi iradelerine rağmen en büyük destekçi gibi görülüyor.
Birçok insanın sefil olduğu bir toplumda yoksulluğu önermek gerçekten de ahlaksızlık. Ama bunun küçülme taraftarlarını hiç de rahatsız etmediği görülüyor. Çünkü çoğunluğu yoksullara, eğitim görmemişlere karşı müthiş hor görülü. Onlara göre yoksullar, konforun bir işe yaramadığını, suyu tasarrufu yapıp, sifonsuz tuvaletin ne büyük bir refah olduğunu anlamıyorlar.
Bireyci bir doktrin...
Küçülme, hem yaklaşımında hem eylemlerinde bireysel, bencil bir doktrin. Taraftarlarının önemli bir kesimi "dünyayı değiştirmek için insan önce kendini değiştirmeli" diyor. Bunun anlamı, düzenin değiştirmek için topluca hareket etmek olanaksızdır.
Önerdikleri eylem biçimleri gülünç ile hayret verici bir yelpaze içerisinde. Örneğin Üretimi Azaltma dergisi bir geriye dönüşçü içen el kitabında; "televizyondan, uçaktan ve cep telefonundan kurtulmalı" diyor. Tabii, otomobillerden da kurtulmalı ve yerlerini "at arabaları" mı almalı? Otomobilleri üreten emekçiler ne olacak diye soranlar için yazıyı yazan gazeteci, 2004'te "Citroen fabrikalarını kapatalım!" başlıklı bir yazı yazmıştı. Aynı zamanda asansör, buzdolabı, çamaşır makinesi kullanılmamalı, et yenmemeli deniyor. Küçülme taraftarlarının hayallerdeki hayat, kırlarda toprakla ilgilenip teknoloji kullanmadan, kişinin doğayla uyumlu, yoksul veya basitçe yaşam ahengi daha iyi hissetmeye yarayacak.
Toplumsal eylemlere karşı olmadıklarını iddia edenlerin önerdikleri ise aslında bu eylemleri dışlıyor. Örneğin Paul Aries verdiği bir mülakatta, "dünyayı değiştirmek isteyen bir militan" olduğunu iddia ediyor. Öyle kabul edelim. Ama yöneticisi olduğu bir gazetede psikolog Anne'a tam bir sayfa ayırıyor. Anne, basit bir hayat taraftarı olduğunu belirterek "daha aza sahip olduğumuzda, daha mutluyuz, yeryüzü ölçeğinde yapmaya çalıştıklarımızın bir işe yaradığına inanmıyorum. Artık dünyayı kurtaracağıma inanmıyorum. Basit bir şekilde yaşıyoruz, çünkü bu bizi mutlu ediyor" diyor.
Küçülme taraftarları, bu gibi acınacak bireyselliğe düşmeyenleri bile, bireysel eylemi, "tüketici davranışları üzerinde bireysel düşünmeyi" öneriyorlar... yani sonuç olarak toplumdaki sorunlardan, tüketicileri, yani kapitalistleri değil, yoksulları sorumlu tutuyorlar.
Veya tamamen bir işe yaramaz
Üretim azaltılmalı diyenlerin bir kısmı toplumsal eylem olarak belirli markaları boykot etmeyi, alış verişi süpermarketlerden yapmayıp doğrudan küçük üreticilerle ilişkide olmayı önermişlerdi. Kendi sebzemizi kendimiz üretip, kendi giysilerimizi kendimiz yapmalıyız, diyorlar. Kısacası, tüketim yöntemlerini değiştirmeyi öneriyorlar. Buradaki fikir, büyük sermayenin ürettiği ürünleri satın almazsak, ona giden oksijeni engellemiş oluruz.
Böyle bir eylem biçimine en yoksulların katılması olanaksız mıdır? Küçülme taraftarlarına göre bu bencil bir gerekçedir. Haziran 2009 sayısında bir yazar deli dana, tavuk gribi veya domuz gribi salgınlara değiniyor. Bu yazara göre domuz gribi, domuzların sanayi üretim şeklinden kaynaklanıyor (bu tartışılır, ayrı bir tartışma konusu). Yazarın yaklaşımı şöyle: Sanayi besiciliği ucuz et üretmeyi amaçlar, bu etler de ucuz et almak zorunda kalan, hatta yazara göre fazla para harcamak istemeyen tüketiciler içindir. Eğer tüketiciler et için fazla para harcamayı kabul ederlerse o zaman bu pazar ortadan kalkar ve böylece de sanayi üretimi şeklindeki besicilik yok olur ve bununla birlikte de sözü edilen salgın hastalıklar kalmaz. İspatlanmak istenen işte bu. Bunları biz uydurmuyoruz. Bu yazıyı yazan kişi; "Bizler, kalkınmış ülke vatandaşları olarak kendimizi kişisel sorumluluğumuz konusunda sorgulamalıyız. Çünkü tüketim yaparken en önemli kıstas ürün fiyatı ise ben şahsen bu krizin sorumlusu oluyorum. Bir kişi tavuğu 6 avroya ve bir tişörtü 5 avroya satın alıyorsa, dürüstçe kim üretim yöntemlerinin çevreci veya toplumsal yönden kabul edilebilir olduğuna inanabilir?" diyor.
Öyleyse ucuz ürünleri boykot etmek mi gerekiyor? Kapitalistlerin bütün ekonomik ve sosyal hayatı belirlediği, üretimi, fiyatları ve ücretleri onların tayin ettiği bir toplumda böyle bir eylemi genelleştirmek mümkün değil, üstelik böyle bir yaklaşımı gelecek toplum doktrinine dönüştürmek de gerici bir şeydir. Eski Prudon'a bio giysiler giydirilse de bağımsız komünler ve lonca üretimine dönüş önerileri, ne bugün ne de Marks döneminde hiç de cazip değil. Büyük ölçeklerdeki sanayi üretimine, makineleşmiş tarıma son verip "ekonomiyi yeniden yerelliğe dönüştürmek" üç yüzyıl geriye dönmek demek. Bizlere göre gelecek, Paul Aries'in önerdiği "her ülkenin kendi olanaklarıyla sınırlı yaşayacağı bir Avrupa" değil, komünist bir dünyadır.
Malthusculuğun yeni bir saçmalığı
Aslında küçülme akımı eski, Malthusculuğun yeşile boyanmış, yeni bir biçimi ve bu nedenle de gerici ve hatta tehlikeli. Malthus 18'inci yüzyılda yaşamış bir İngiliz din adamıydı. Sanayi devriminin ilk aşamasında yol açtığı nüfus patlamasından dolayı paniğe kapılmıştı ve çok meşhur olan bir eser yazdı. Bu eserinde, insanlık nüfus artışı nedeniyle yok olacak, çünkü insan sayısı üretilen zenginliklere göre çok daha hızlı artıyor diyor. Sonuç olarak Malthus'e göre doğumları engellemek daha doğrusu yoksulları ölüme terk etmek gerekiyor. Malthus şunları yazmıştı: "Dünyada yeri olmayan bir insan doğduğunda, eğer ailesi ona ihtiyacı olduğu şeyleri sağlayamazsa ve toplumun da onun iş gücüne ihtiyacı yoksa onun en küçük bir yiyecek isteme hakkı bile yoktur. Yani tabiatın sunduğu sofrada ona yer yoktur. Onun için boş bir tabak bulunmuyor."
Zamanında Malthus'ün fikirleri Marks ve Engels tarafından çok şiddetli bir şekilde "rezalet, iğrenç bir doktrin ve doğaya ve insanlığa karşı mide bulandırıcı bir hakaret" olarak eleştirilmişti. Malthus'un bu fikirleri, iki yüzyıldan beri bazıları tarafından devam ettiriliyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi her kriz döneminde, neredeyse kaçınılmaz bir şekilde otomatik olarak belirli oranlarda Malthuscular ortaya çıkıp bilinen kalıplara dayanarak, doğumları sınırlamak gerekir veya nasıl olur da ekonomik düzen her insana tabiatın sofrasında gereken yeri vermiyor gibi sorular soruyorlar. Bugün bazı Anarşist akımlar ve çevrecilerin önemli bir kısmı, şöyle veya böyle açık bir şekilde Malthuscular. Örneğin yeşilci Iv Chcoht kısa bir zaman önce Avrupalı bir çocuğun maliyetinin "620 Paris-New York seferi bedelinde" olduğunu iddia edip çocuk sayısında sınırlama getirip, üç çocuktan itibaren ailelerine verilen çocuk yardımlarının kesilmesini önerdi. Yoruma gerek yok.
Malthus'un yaklaşımı, kaynaklara kıyasla insan sayısı çok fazla olduğudur. Küçülme taraftarları bunu, herkesin konforlu yaşayabilmesi için yeteri kadar kaynak yok diye dillendiriyor. Yani tersinden anlatıyorlar ama yaklaşım aynı. Hatta bazı teorisyenleri açıkça Malthuscu olduklarını söylüyor ve de küçülme ile nüfus kontrolü arasında bir paralellik kurup ikisinin de gerekli olduğunu söylüyorlar. Örneğin İvan İlliç şöyle yazıyor: "Nüfus fazlalığı insanları sınırlı kaynaklara bağımlı kılıyor. Dürüstlük, hepimizin çocuk doğumları ve de tüketimin sınırlandırılması gerektiğini kabul etmeyi dayatıyor." Küçülmenin şimdiki papası sayılan Serge Zatonche'a gelince, o şu dönemde açıkça şunu belirten yazıya imza attı: "Banyonun kirli suyunu değil, çocuğu atmak gerekir."
Böylece küçülmeyi savunanların yaklaşık tamamlanmış bir tablosu ortaya çıkıyor: Yoksulluğu iradeli bir şekilde öneren, üretkenliğin azaltılmasını, ekonomik büyümeyi kısıtlamayı, doğumların azaltılmasını ve toprağa dönüşü savunan bencil bir teori.
Aydınlar ve siyasetçiler küçülme savunucusu olunca
Siyasi düşüncenin sıfır seviyesini aşmayan bu akımı görünce, acaba bu akım büyüyor mu diye sorabiliriz? En azından aydın çevrelerinde, bazı gençler için ilgi kaynağı olduğu görülüyor. Son Avrupa Parlamentosu seçiminde çevrecilerin başarıları, birçok gazeteciyi harekete geçmiş olan trene, daha doğrusu at arabasına, yani küçülme akımına atlamalarına yol açtı. Örneğin 8 Haziran sabahı Fransız devlet radyosu siyasi yorumcusu şunu açıkladı: "Yeşiller, çevrecilik yaşamı, insanlar arasındaki ilişkileri, para ile olan ilişkileri değiştirmek için bir fırsattır. (...) ve özellikle de büyüme kavramına karşı çıkmaya başlıyorlar. Yeni mütevazı yaşamdan, "seçici büyümeden" veya "seçici üretim azaltılmasından" söz ediyoruz."
Birkaç gün sonra, 13 Haziran'da günlük Le Monde gazetesinde bu konuya kocaman iki sayfa ayırıp çok seçkin aydınlar "siyasi çevrecilik" konusunda görüş belirttiler. Üç makaleden ikisi şu veya bu nüans farkları dışında, üretimin azaltılması gerektiği görüşünü savunuyordu. Örneğin "ATTAC'ın bilim konseyi üyesi" Jean Gadrey "büyüme dayatması üzerine oluşan kalkınma paradigmasını" teşhir etti. Bu iktisat bilimci "büyüme ve üretkenlik artışı olmadan" istihdam yaratmayı öğrenmeliyiz diyerek okuyucuları geriye dönüşe çağırıyor: "Sanayi tarımı, yavaş yavaş biyolojik genel tarıma dönüşmeli". Bütün bu nutuklar, bu gibi önlemlerin "yaratacağı istihdam" konusunda bir sürü iyi niyet içeriyor. Tabii ki, otomobillerin yerine sandalyede taşımaya, yük gemileri yerine kürekli gemilere dönülmesi önemli boyutlarda istihdam yaratılacak. Ama böyle bir şey gerçekten bir ilerleme mi?
Le Monde'un sözü edilen çift sayfasında sosyolog Edgar Morin daha açık bir şekilde küçülme tezlerini ve bu alanda en gülünç olanları savunuyor. Ona göre siyasi çevrelerin en son hedefi "hayatı şiir haline getirmek"tir. Yaşamımızı "tüketici zehirlenmelerinden arındırmak ve çok basit bir yönde" değiştirmek için kocaman bir program bu. Morin, açıkça üretimin azaltılması teorisyeni "papaz İvan İlliçh'e" atıfta bulunuyor ve yazısını şu şekilde bağlıyor: "Önerilen bütün çözümlerin hepsi niceliklidir. Ekonomik büyüme, GSMH büyümesi gibi. Yeryüzünde insanlığın kaybettiği sevgi ihtiyacını siyasiler ne zaman dikkate alacaklar?" Büyüme yerine sevgiyi kullanmak dünyada her yıl açlıktan ölen çocukların karnını doyuramaz. Ama Morin'e göre en azından "yaşamlarını şirinleştirecek." Daha doğrusu ölümlerini.
Çevrecilerinde ötesinde Sosyalist Parti, Fransız Komünist Partisi dahil sol partilerin büyük bir çoğunluğu ve hatta NPA (Yeni Antikapitalist Parti) bile "küçülme" "büyümeden vazgeçme" veya "üretkenliğe karşı olma" fikirleriyle flört ediyor.
Örneğin Fransız Komünist Partisin'de 2005'te Humanite festivalindeki bir forumda Alain Hayot "kalkınma modeli diye adlandırılan modele uyacak olursak ve dünyadaki bütün insanlar buna göre üretip tüketirlerse bir değil, dört beş tane yerküre gerekecek. Şimdiki büyüme, hem toplumsal hem de çevre tahribatlarına yol açıyor" dedi. Bunu kâr etme mantığı mı yoksa büyüme mi yapıyor? Alain Hayot devam ederek: "Kalkınma ve büyüme çeşitleri üzerine, hedefleri ve işleyiş biçimleri üzerine yeniden düşünmeliyiz. Şimdiki üretim ve tüketim yöntemlerini aşmalıyız" diyor.
NPA'nın "kuruluş prensiplerinde" "komünizm" ile ilgili hiçbir kelime bulamayız. Ancak şöyle bir paragraf var: "Şimdiki üretim ve tüketim tarzlarının yerine ekonominin yerelleştirilmesini, zenginliklerin yeniden dağıtılmasını, yenilenemeyen kaynakların tüketilmesinin azaltılmasını öneriyoruz. ..." "Ekonomiyi yerelleştirmek" bunun anlamı ne? Dünyanın farklı bölgeleri içine kapalı bir şekilde mi yaşanmalı? Ama bu "zenginliklerin yeniden dağıtılmasını" biraz zorlaştırmaz mı? Çünkü yeryüzünün bazı bölgeleri, coğrafi, iklim ve jeolojik nedenlerden dolayı, bazı zenginlikleri üretme olanaklarına sahip değil.
NPA üyeleri daha da ileriye gidiyor. Örneğin Lyon kentinde Siyasal Bilimlerde öğretim üyesi olan sosyolog ve "siyaset felsefesi uzmanı", aynı zamanda, önce LCR, sonra da NPA yöneticilerinden Phillppe Corcuff, Üretimi Azaltma gazetesinin 2 Mayıs'ta tertiplediği "çevre düşmanı kapitalizme hayır" konulu bir toplantıya katıldı. Yaptığı konuşmada "antikapitalizm ile büyüme karşıtlığının" aynı yönde giden yeni olgular olduğunun altını çizdi. Corcuff, sosyologların çoğu zaman kullandıkları kendini beğenmiş diliyle herkesin (yani tüm antikapitalistler ve büyüme karşıtlarının) "kendilerinin düşünmediği konularda da öz eleştirici bir tahlil başlattıklarından" dolayı memnuniyetini ifade etti ve şöyle devam etti: "Sosyalizmin farklı biçimleri 19'uncu yüzyılın sonundan bu yana çoğu zaman üretimci fikirlerle beslendiler. Bu inanca göre (...) sorunları çözmek için kapitalist sömürü zincirlerini kırmak yeterlidir." Bu inanç nereden geliyor? Tabii ki Marks'tan. Concuff, Marks'ın çelişkilerini teşhir ediyor çünkü ona göre Marks, bir yandan "kendi gözleriyle gördüğü kapitalist sanayinin üretim artışı ile gerçekleştirdiği kalkınmaya hayran kaldı". Diğer yandan kapitalizm, "bütün zenginliklerin kaynağı olan toprak ve emekçiyi bitiriyor (Kapital)" diye ekledi. Concuff'un Marks'ın "çelişkileri" diye söz ettiği olay şunu ispatlıyor: Sosyoloji dalında doktor olup Marksizmin alfabesini bile kavrayamamak mümkündür. Evet, Marks kapitalizmin topraktan çıkardığı muhteşem üretim güçlerinin "hayranıydı" ve de evet, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürüden ve kapitalistlerin doğaya karşı sorumsuzca davranışlarından dolayı da isyan ediyordu. Ve de üretim araçlarının kitlelere hizmet etmesi için sosyal bir devrimle, kapitalistlerin ellerinden zorla alınması sonucuna varmıştı. Bunda hiçbir çelişki olmadığı ve de Philip Corcuff'un Marksizmi zerre kadar anlamadığı görülüyor.
Marksizm ve üretimin azaltılması
Aslında ne Marks ne de Marksizmi bilmeyenler, Marks'ın doğal kaynakların tükenme sorununu veya kapitalist düzenin yavaş yavaş yeryüzünü tahrip ettiğini anlamaktan yoksun olduğunu düşünüyorlar. Tam aksine şüphesiz ki Marks ve Engels bu sorunları ilk gündeme getiren kişilerdi.
Bugün doğal kaynakların -özellikle de petrol gibi fosil gibi kaynakların- tükenme ihtimalini konuşmak bayağı sıradan bir konu. Fosil enerjinin, özelliği yenilenemeyen olduğu için mutlaka bir gün tükenecek ama bunun, en azından çevrecilerin ve küçülme taraftarlarının tespit ettiği tarihten daha sonra olacağını söyleyebiliriz: Örneğin bu akımlar, 1970'li yıllarda petrol kaynaklarının 2000 yılında tamamen tükeneceğini iddia etmişlerdi.
Kaynakların tükeneceği konusu tabii ki gerçek bir sorun. Tıpkı küçülme taraftarlarının gündeme getirdikleri sorunlar gibi: Evet kapitalist düzen, reklam ve iğreti olarak yarattığı moda ile maddi imkanları olanları tüketime itiyor. Evet, kapitalizm bilinçli olarak geçerliliğini kısa zamanda yitiren ürenler üretip, tüketicileri yeni ürünler alamaya itiyor. Evet, kapitalizm her değdiği şeyi metaya dönüştürüp satın alma gücü olan insanları (hatta kredi yoluyla böyle bir gücü olmayanları bile) bazen hiçbir işe yaramayan ürünleri bile bin bir yolla satın almaya itiyor. Bu yeni bir şey mi? Kesinlikle hayır. Çevrecilerin, küreselleşme karşıtlarının ve üretimi azaltmacıların çok eleştirdikleri "metalaşma" sonuç olarak sermayenin bir metaya, yararı açısından değil, satılınca getireceği kazanç açısından bakmasıdır. Kapitalizm, ihtiyaçları karşılamak için değil, satış yapıp kâr elde etmek için üretiyor. Bunu bilmek için küçülme taraftarlarına gerek yok. Bunu Karl Marks bundan bir yüzyıldan fazla bir zaman önce Kapital'de uzun uzun açıklamıştı.
Yine aynı Marks sayesinde, kapitalizmin üretim sürecinde elde ettiği artı değerin bir kısmını yeniden yatırıma yatırıp üretimi arttırmadan çalışamayacağını biliyoruz. İşte buna da "büyüme" deniyor. Yani kriz dönemleri haricinde üretilen zenginlik, bir yıldan diğer yıla artıyor. Ve de Marks bunu "sermayenin büyüyerek kendini yeniden üretmesi" diye adlandırıyor.
Kapitalist ekonomide küçülme dönemleri kriz dönemleridir ve üretim bilinçli bir şekilde durgunlaşıp gerilemez ve sonuç olarak kriz, sosyal felaketlere yol açar.
Yukarda sözü edilen Jean Getrey gibi üretkenliği teşhir etmek, insanlığın on binlerce yıl boyunca ilerlemesine olanak sağlayan şeylerden vazgeçmek anlamına geliyor. İlk sileks taşlarından alet icat eden insanların yaptığı neydi ki, işgücünün üretkenliğini arttırmak değil miydi? İnsanlığın ekonomi tarihi, üretim yöntemlerinin iyileştirilmesi için verilen uzun bir mücadeledir. Çok üzgünüz ama insanlık böylece doğanın dayattığı zorluklardan kurtulmak için olanaklar elde etti. İşte küçülme taraftarlarının çöpe atmak istedikleri bu değil mi?
"Büyüme" yani insan toplumunun ürettiği zenginliğin artması niye sorun yaratsın? Böyle bir şeyi görmek daha sevindirici olmalı: Üretilen zenginlik arttığı oranda insanlık "herkese ihtiyaçlarına göre harcama" olanağı verebilecek. Kendimize, üretilen zenginliği azaltmak nasıl olur sorusu yerine, üretilen zenginliğin bolluğundan bütün insanlık nasıl yararlanabilir sorusunu sormamız gerekiyor.
Bu soruya küçülme taraftarları şöyle bir cevap veriyor: "Toprak herkese yetecek kadar ürün üretemeyeceği için böyle bir çözüm imkansız ve ütopiktir." Son dönemlerde küçülme taraftarlarının sıkça ileri sürdüğü "ekolojik damga" da bu doğrultuda: Eğer bütün insanlar, ABD'deki orta sınıfların yaşadığı gibi yaşayacak olsalar "ihtiyaçları karşılamak için dört tane dünya gerekir".
Soruyu bu şekilde gündeme getirmenin anlamı, geri kalmış ülke insanlarına siz yoksulluk içinde kalmalısınız, demektir. Çünkü ABD, Avrupa ve Japonya'daki kitlelerin at arabalarına ve mum kullanılmasına geri dönmeyecekleri, iyi ki böyledir -ve kesindir-, bunun da ötesinde böyle bir yaklaşım abestir. Tıpkı Malthuscuların yeryüzündeki insan sayısının bir milyarı aştığı an "insan neslinin yok olacağını" iddia ettikleri gibi. Bu teorilerin taraftarları, bilimsel ve teknik ilerlemenin insanlığa getireceği olanakları hiç göz önünde bulundurmuyorlar. Malthus'un insan sayısını bir milyarı aştığı an, insanlığın yok olacağını düşünme nedeni, gelişmiş tarımın ve şimdiki sanayinin üretkenliğini hayal edememesidir. En azından onun 1780 yılında mazeretleri olabilirdi. Ancak bugün küçülme taraftarlarının, teknolojinin neler gerçekleştirebileceğini ve hangi ümitlere olanak sunduğunu açıkça görebildikleri için hiçbir mazeretleri yok. Toplumun üretim kapasitesinin elli yıl sonra ne olacağını tahmin etmek imkansız. Bu konuda Malthuscuların yaklaşımı, ünlü bir fıkra kadar saçma: Mamut avından dönen iki Cromanyon adamı sohbet ediyorlar. Biri, "biliyor musun kırk bin yıl sonra insan sayısı altı milyara ulaşacak" dediğinde diğeri şöyle cevap verir "sen deli misin, kesinlikle herkese yetecek kadar mamut olmayacak, böyle bir şey için en az altı bin tane dünya gerekli!"
Evet, bizler toplumun geleceğinin her ne pahasına olursa olsun küçülmeye bağlı olduğunu düşünmüyoruz. Her ne pahasına olursa olsun mutlaka üretim arttırılmalı da demiyoruz. Üretim artışı, kapitalizmin yasalarından biri. Ve bu üretim düzeninin tek ayarlama mekanizması, kör bir pazardır. Üretim üzerinde kapitalistler de dahil hiç kimsenin denetimi yok. Sadece rekabet olgusundan kurtulmuş bir toplum, üretimi demokratik bir şekilde, ihtiyaçlara göre planlayabilir. İşte bu toplumda büyüme, denetim altına alınabilir. Böylece ihtiyaçlara göre bazı alanlarda üretim artışı olacak ve yine ihtiyaçlara göre bazı alanlarda üretim azaltılması olacak. Ancak bütün bunlar, demokratik bir şekilde, kitlelerin kendileri tarafından kararlaştırılıp, denetlenecek. Böyle bir toplumun ismi sosyalist toplumdur. Ve bu toplum, ancak kapitalistlerin toplum üzerinde oluşturdukları diktatörlüğe son verecek, derin bir dünya devriminden sonra mümkündür.
Ancak anladığımıza göre küçülme taraftarlarının böyle bir hedefi yok. Şu dönem, ortak mücadele rağbet görmediği için küçülmeciler, herkes başının çaresine baksın der gibi bireysel eylemler öneriyorlar. Büyük çoğunluğu ortak mücadeleyi önermeyip, herkese kendini kurtarması için modern dünyadan uzaklaşmalarını öneriyorlar... ancak tabii ki zırvalarını yazmak için gerekli bilgisayarların, kağıdın üretimi için ve gazeteleri için her zaman işçilerin olacağını da, kesinlikle iyi biliyorlar.
Kapitalistler, küçülmeyi savunanlardan dolayı hiç endişeli değiller. Tam aksine, eğer bu fikirler dar bir çevre olan küçük burjuva çevrecilerle sınırlı kalmayıp, çok az ihtimal olsa da, bunu aşarsa, kapitalistler için hiç fena olmayacak: Çünkü karşılarında, sadece durumlarından memnun emekçiler bulmakla kalmayacaklar, geriye, basit yaşama dönüş adına, satın alma gücünün düşmesinden de son derece memnun kalacaklar. Böylece gecekonduda yaşayan insanlar, artık açlık ayaklanmaları yapmayıp, okulları, hastaneleri, ilaçları ve de konforları olmadığı için onları sömürenlere teşekkür edecekler. Böyle bir şeyin kesinlikle olamayacağından eminiz. Çünkü bu gibi fikirleri ancak karnı tok insan savunabilir. Örneğin Gandhi'nin yaptığı gibi (o, üretimi azaltma taraftarlarının bir kahramanı) yoksullara, fakirliğin bir zenginlik olduğunu anlatıp, onları ikna ettiğimizde halkların tek kazancı, yoksulluğun daha da artması olacak.
Küçülme taraftarlarına göre insanlık için seçenekler; kapitalizmin fazla üretim yağlarında boğulmak ya da bütün ilerlemeye karşı çıkıp, hatta seve seve yoksulluğu kabul etmektir. Bu, en iyi şekliyle bir saçmalık, en kötü şekliyle bir yalan. Başka bir seçenek var. Sadece bu seçenek yoksulluğa çözüm getirebilir ve aynı zamanda sorumsuz ve cani kapitalizmin yaptığı çevre tahribatına son verebilir: Bu da sosyal bir devrim ve kitlelerin yönettiği ve denetlediği bir düzen, yani komünizmdir.