ÇİN:Yeni bir süper güç mü? Az gelişmişliğin gelişmişliği mi? (Leon Troçki Çevresi Broşürleri - 27 Ocak 2006 - No:101)

إطبع
27 Ocak 2006

Bu broşür, "Leon Troçki Çevresi Broşürleri" dizisinin 27 Ocak 2006 tarihli 101 nolu broşürün çevirisidir. (Aralık 2008)

Bu hafta Çin'in; Amerika, Japonya ve Almanya'nın ardında, Fransa ve İngiltere'nin önünde dünyanın dördüncü ekonomik gücü haline geldiği ilan edildi. Medyayı ve bazı politikacıları dinlediğimizde "yirmi birinci yüzyılın devi" Çin, dünyanın yeni atölyesi olacak. Bize onun, Amerika'yı tahtından indireceği ve yirmi ile otuz yıl içerisinde dünyanın politik, ekonomik ve askeri önde gelen gücü olacağı söyleniyor. Bazıları bu durumdan nasıl bahsedeceklerini bilemiyor ve "dev uyandı", "Çin ejderhası sosyalist uykusundan uyanıyor" gibi laflar ediyor. 1,3 milyar nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesinin uluslararası ekonomideki yerinin ağırlığı bir gerçek. Dünya kömür, çelik, çinko, çimento, pamuk... tüketiminde; oyuncak, tekstil, kol saati, bilgisayar, telefon... üretiminde birinci sırada. Şüphesiz Çin, dünya ekonomisinde daha fazla kendini hissettirmeye başladı.

Her yerde onu görüyoruz. Bir Fransız tekstil firmasının veya kısa bir süre önce SEB'in işçilerini kapıya koymasının sebebi Çin'den yapılan ithalattan kaynaklı bir hatadır. Çok uluslu bir şirketin işçilerini işten çıkarması, Çin'de yatırım yapmasındandır. Neredeyse, Fransa'da ekonomik kriz ve işsizliğin yüzü, gözleri çekik bir Çinli işçinin yüzüne benzeyecek. Ve ne zamanki Airbus, uçaklarını Çin'e satar ve karşılığında oraya bir montaj fabrikası dikmeye söz verir, onların iddia ettikleri "teknoloji transferi", Avrupa havayolu işletmelerinin programlanmış ölümü olur! Çin'den tavuk gribiyle, yarattığı hava kirliliğiyle, taklitçiliğiyle, ortaya çıkmış tehlikelerden de ayrıca bahsetmiyoruz.

Sonuç olarak, ne bir gazete ne bir günlük haber ajansı yok ki Çin'in bu güçlü çıkışından, yıllık yüzde 10 büyüme oranından ve de ihracatının hızlı artışından bahsetmesin. Peki, Çin'in bu kapitalist dünya sahnesine hızlı girişinin ardında yatan gerçek nedir? Ya da bunun itici güçleri nelerdir, aynı zamanda frenleri neler olabilir?

Sonra başka bir sorun daha var. Bize dünyanın yeni gücü olduğu söylenen, ekonomik dinamizmiyle bu derece övünülen bu ülke, Çin Halk Cumhuriyeti, kendisine komünist demeye devam ediyor ve 1949'da Mao Zedung ordusunun iktidarı ele geçirmesine kadar giden, hatta onun öncesindeki devrimci gerilla geçmişine kadar inen kökenlerinden hiçbir şeyi inkâr etmemeye devam ediyor.

Biz Çin'i hiçbir zaman komünist veya sosyalist olarak görmeyen nadir akımlardan biriyiz ve bugünün pazar ekonomisine yavaş yavaş ilerleyerek geçişi, kapitalizmin varsayılan erdemlerine geçişinden başka bir şey değildir. Bugünkü iktidarın kapitalizme son vermek gibi ne politik bir tutkusu var ne de politik programında kesinlikle ulusal bir gelişme imkânına yer verdi. Eğer Maoist devrimin, hedeflerinin neler olduğunu, Komünist Partinin burjuvaziyle ilişkilerinin neler olduğunu, 1949 yılında oluşan ve o zamandan beri devam eden rejimin ne olduğunu bilmezsek, bugün Çin'de neler olduğunu anlayamayız.

Sömürgecilerin egemenliğinden, üçüncü Çin devrimine

Yabancı hâkimiyeti, 1911 devrimi ve Çin milliyetçiliği

Yirminci yüzyılın başında Çin; 450 milyon nüfusuyla (dünya nüfusunun dörde biri), Fransa'dan 18 defa büyük yüzölçümüyle ve birçok yönüyle hâlâ bir Ortaçağ toplumuydu. 350 milyona varan köylüsü aşırı bir geri kalmışlık ve yoksulluk içerisinde ve kendi üzerlerinde her türlü hakka sahip olan feodal toprak ağalarının (senyör) boyunduruğu altında yaşıyorlardı. Çin, kapitalist güçler için seçilmiş bir parçaydı ve onların himayesi altına girdi. Fransa, Amerika, Almanya, Belçika ve özellikle de İngiltere, büyük nehirlerin kenarındaki ve ülkenin doğusundaki Hong Kong, Kanton ve Şanghay gibi şehirleri sömürgeleri altına aldılar. Oralarda ticaret yapıyor, bir takım endüstri dallarını geliştiriyor ve güçlü bir askeri varlığıyla kendilerini gerektiğinde kabul ettiriyorlardı. Çin, himaye altındaydı. Bu doğu şehirlerinde, zengin bir ticaret burjuvazisi yabancı sermaye ile işbirliği içerisindeydi. Bunlar, ülkenin saniyi gelişiminde hiçbir rol oynamayan işbirlikçi bir burjuvaziydi. Bir taraftan zenginlikleri emperyalizmle olan ilişkilerine bağlıydı ve diğer taraftan da sömürgeci egemenlerin sebep olduğu aşağılanma ve alt sınıf pozisyonunda olmaktan memnun değillerdi.

Politik anlamda Çin hâlâ bir imparatorluktu ve hâkimiyeti elinde bulunduran hanedan, ülkenin gelişmesi için gerekli reformları yapacak yetenekte değildi ve emperyalist güçlere boyun eğmişti.

Birçok aydın ve öğrenci, Batıya büyük bir hayranlıkla bakıyordu. Onlar için o gün yapılması gereken şey, Çin'i modern bir ülke yapmak ve yabancı hakimiyetinden kurtarmaktı. Bu, 1911'deki birinci devrimin liderleri tarafından ifade edilmiş bir hedefti... İmparatorluk yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. Bununla birlikte bu devrim, savaş senyörleri denilen zümreler tarafından ülkenin paylaşılmasıyla sonuçlandı. Ortaçağ Avrupası'ndaki senyörlerin bir tımara sahip olmaları ve kendi aralarında sürekli savaştıkları gibi, Çin'de de bir bölge üzerinde hâkimiyet kuran taşralı şefler vardı. Onlar; toprakları, demiryolu hatlarının bazı bölümlerini ve her türlü araç gereci kontrol ediyor, köylüleri kendi tımarlarına katıyor ve haraç alıyorlardı. Kırsal kesimde toplum tamamen feodaldi. Deniz kenarındaki şehirler her zaman yabancı güçlerin himayesi altındaydı. Gerçekte burjuva devrimi 1911'de başlamıştı; fakat daha programını gerçekleştirmeye başlamadan güçsüzlüğünü gösterdi. Bir taraftan toprak ağalarına her türlü yönden bağlı olan Çin burjuvazisinin bir toprak devrimini kendi hesabına çevirecek kapasitesi yoktu. Bununla birlikte bu devrim, sınıf çıkarları açısından vazgeçilmezdi ancak ülkenin çoğunluğunu oluşturan yoksul köylüleri, bu zalim sınıfın elinden kurtulacağı ve toprağı ele geçireceği gücü verecek kapasitesi yoktu. Diğer taraftan, yabancı sermayeye aşırı bağlı ülkeyi, emperyalizmin düzeninden ve boyunduruk altına girmişlikten çıkaracak güce de sahip değildi.

Kapitalist sızmayla, zorla değiştirilmiş, deforme edilmiş arkaik yapılar içerisinde tutulmuş Çin toplumu, devrime gebeydi. Aslında 1911, 1927'ye kadar sürecek olan uzun bir devrim ve iç savaşlar dönemini başlattı. Milliyetçilik, özellikle küçük burjuvalarda, öğrenci ve kültürlü çevrelerde güçlendi. Komintang adındaki milliyetçi burjuva parti Sun Yat-Sen tarafından 1911'de, bu hedefler doğrultusunda kuruldu. Birinci Dünya Savası sırasında, Çin ekonomisi Batıdan gelen taleplerle şişirildi. 200 bine yakın Çinli işçi, Avrupa'ya çalışmaya gittiler ve onları diğerleri izledi. Gidenler genellikle oradan yeni düşüncelerle döndüler. 1919 Mayısında, Versailles Antlaşması imzalandığında, Pekinli örgenciler, savaşın galipleri tarafından Japon emperyalizmine1 verilen hediyelere karşı çok şiddetli bir gösteri yaptı. Bu yeni gösteri arkaik geleneği yeniden gözden geçirme dönemini başlattı. Komintang bundan böyle, savaş senyörlerinin yaptırımlarına ve emperyalist egemenliğe karşı savaşan herkesi kendine çekiyordu.

Bu yeni genç milliyetçi parti Komintang'ın yardım ve destek bekleyebileceği yalnızca komşusu Sovyetler Birliği idi. Sonuçta, 1917 Rus devrimi, halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyeceğini ilan ediyordu. Onu sadece bir duyuru ile yapmıyor -Amerikan başkanı Wilson'un yaptığı gibi- aynı zamanda politik mücadelesinin bir parçası yaparak pratikte de gösteriyordu. Sovyetler Birliği, hem araç gereç olarak hem de askeri bir güç olarak Komintang gibi milliyetçi bir partiye yardım ediyordu. Emperyalizme karşı bu mücadelede, Sovyetler Birliği'nin çıkarları bir ölçüde, geçici olarak Çinli ulusalcıların çıkarlarıyla birleşiyordu. Fakat bu onları komünist yapmıyordu. Tersine, ondan hayli uzaktılar.

Komünist Parti ve 1925-1927 devrimi

1921'de ortaya çıkan Çin Komünist Partisi, Rus devriminin ve onun yarattığı o büyük umutların çocuğuydu. İlk çıkışında sadece küçük bir aydınlar grubuydu. Fakat doğmakta olan yeni bir işçi hareketine dayanma olanağı vardı. İşçi sınıfı, yabancı sermayenin olduğu şehirlerde gelişiyordu. 1922'de aşırı derecede sömürülen ve buna karşı mücadele eden yaklaşık 2 milyon işçi vardı. Genç Komünist Parti, örgütlenmesini öncelikle fabrikalarda yapmıştı. Bu çıkışla binlerce işçiyi çok çabuk kazandı.

Başlangıçta, Çin Komünist Partisi, Çin proleter partisi olmak istiyordu. Komünist Enternasyonal'in Çin seksiyonu idi. İlk yıllarında, Enternasyonal, Çin örneğinde olduğu gibi, sömürge ülkelerdeki komünist partileri için "bağımsız bir politika" programı ortaya koymuş, gerçekten devrimci bir yönetime sahipti. Fakat yirmili yılların ortalarında Lenin ölmüştü, Troçki Sovyet yönetiminden uzaklaştırılmış ve Komünist Enternasyonal, Bolşevik ve Sovyet devletinin yaşadığı Stalinistleşmeye daha o zamandan maruz kalıyordu. Bu dönüşümün bir diğer yanı, Enternasyonal seksiyonlarının komünist olmayan bir takım güçlerin peşine takılmış olmalarıdır.

Hiç kuşku yok ki mevcut durumda Çin komünistlerinin emperyalist egemenliğe karşı mücadele etmeleri söz konusuydu. Fakat bunu, kendi politikalarıyla kendilerine has örgütlenmeyle ve ortaya çıkacak devrimde her zaman proletaryanın özgürlüğünü korumayı amaçlayacak şekilde yapmalıydılar. Çünkü Çin burjuvazisinin isteklerini temsil eden Komintang, kaçınılmaz olarak işçi hareketine karşı olacaktı. Kuruluşundan kısa bir zaman sonra Çin Komünist Partisi, Komintang'a katıldı, onun üyesi oldu ve özellikle de, Komintang içerisinde kaybolacak derecede, politikasını onun politikasıyla özdeşleştirdi. Hatta bu durum için, Komünist Parti, Enternasyonalin yöneticileri tarafından da cesaretlendirildi ve buna mecbur bile bırakıldı. Çin Komünist Partisi, ulusal yöneticilere karşı olabilecek her şeyi reddediyordu. Çin proletaryası içerisinde büyüyen gücünü, politikasını, askeri birliklerini, burjuva Komintang yöneticilerinin hedefleri ve manevralarına saklıyordu. Enternasyonalden bir delege, "komünistler, Komintang için hamallık işini yapmalıydılar " der. Çin Komünist Partisi, burjuvazinin aşırı sol kanadı durumuna düşer ve proletaryanın kendi çıkarlarını savunmayı reddeder.

Bu broşürde, ikinci Çin devrimini yani, 1925-1927 devrimini, ayrıntılarıyla anlatmayacağız. Bu gerçek bir sosyal ve politik patlama oldu. Çin, çok büyük bir ülke ve bu olayın ülkedeki önemi yadsınamayacak kadar büyük. Çünkü bütün bu karışıklık, geçiş ve devrim yılları boyunca, birçok iktidar, sadece harita üzerinde birleşik görünen bu büyük ülke içerisinde birlikte yaşadılar. Başlangıçta sadece güneyin küçük bir bölümü, Sun Yat-Sen'in mirasını ve 1911 devrimini talep eden, Kanton hükümetinin otoritesi altındaydı. Bu iktidarın yayılması o sıradaki bir yığın devrimci olayların birbiriyle buluşmasıyla oldu, fakat aynı zamanda gitgide ilerleyen askeri başarılar da buna eklendi.

Kıyı ve güney şehirlerinde çalışanlar ayaklanmıştı, örgütleniyorlardı ve uzun süren, zorlu grevler yürütüyorlardı ve özellikle de çoğunlukla yabancı baskıcı güçlerin uyguladığı kıyımlara karşı da cesaretlerini yitirmiyorlardı. Çan Kay Şek'in orduları, Komünist Partisi'nin kendilerini savunmak için ne politik ne de örgütsel olarak hiç bir yol göstermediği işçilere karşı aniden yüz çevirmişti. Komintang ordusu, Çin'in, Şanghay ve Yangstse ırmağındaki Kanton'un güneyini sistemli bir şekilde ele geçirdi. Bu, Komintang tarafından oluşturulmuş ordunun kazandığı askeri bir zaferdi. Köylü ayaklanmaları ona öncülük ediyordu. Fakat bu ordunun, kendilerini kurtarmak için yardım etmeye geldiğine dair umutları çok çabuk söndü. Devrimden yana olmayı bırak, Komingtang'ın ordusu köylü ayaklanmalarını ezmişti.

Fakat belirleyici çatışmaların devam ettiği yerler, başkaldırılar şehirlerdeydi. Buralardaki işçi ayaklanmalarından korkuya kapılmış burjuvazi, anti-emperyalist ve savaş senyörlerine karşı mücadele heveslerini terk etti. Emperyalist güçlerle tekrar bağdaşan Komintang, işçilerin cesetleri üzerinde iktidara geldi. Binlerce komünist, genç Çin proletaryasının en iyi elemanları katledidi, lokomotiflerin sıcak su kazanlarında canlı canlı yakıldılar. Komintang, Çin Komünist Partisinin gücünü ve kredisini kullandı ve Çin Komünist Partisi de böylece Çin işçilerini mezbahaya göndermiş oldu.

Komintang iktidarı ele geçirdiğinde, en geri sosyal ilişkilere hiçbir şekilde müdahale etmedi. Köylü sınıfını özgürleştirmek, ülkeyi yabancı boyunduruktan kurtarmak söz konusu değildi. İkinci Çin devrimi, burjuvazinin daha 1911'de söz konusu olan değişimleri, yani ülkenin bütünlüğünü, ulusal özgürlüğünü ve tarım reformunu ileriye götürecek kapasitede olmadığını kanıtlıyordu. Aslında, burjuvazinin emperyalist güçlerin ezici ağırlığından kurtulması kendi yararına olacaktı, fakat yabancı sermayeye bütünüyle bağımlıydı. Feodaliteye son vermek onun çıkarınaydı, fakat feodallere bağlıydı. Ve üstelik işçi sınıfından duyduğu korku, eski sistemi değiştirecek kararlılıktan daha da güçlüydü. Bir burjuva devrimini başaracak kapasitedeki bir partiyi ortaya çıkaracak yeteneği yoktu ve Komintang bu yeteneksizliğin en canlı örneği oldu.

Çan Kay Şek rejimi ve 1927'den sonra Çin Komünist Partisi'nin evrimi

1927'den sonra, Komintang'da Sun Yat-Sen'in yerine geçen Çan Kay Şek, muhaliflerine terör estiren, tek partili, gerici ve askeri bir rejimin başındaydı. Devletin kasası Çan Kay Şek'in yakınları ve ailesinin sürekli zenginleşmesine yarıyordu.

Komünistlere gelince, önemli şehirlerde geniş çapta yok edilmişlerdi. Fakat onlardan kalan çetin gruplar mevcuttu. Kalan komünistlerden önemli bir kısmı, kırlarda hatta Şanghay'ın güney batısında Kiangsi'de bulunan dağlarda gizlenmişlerdi. Orada gerilla oluşturdular ve yıllar boyunca Çan Kay Şek'e karşı direnip kafa tuttular. 1931'de, merkezi çok küçük bir dağ köyünde olan Kiangsi Sovyet Cumhuriyeti bile ilan ettiler. Böylece Çin Komünist Partisi, şehirlerden koparak baskılardan korunduğu izlenimi veriyordu. Fakat aynı zamanda, şehir proletaryasıyla kopuşunu derinleştiriyordu. İşçi sınıfı içerisinde bir örgütlenme ağı oluşturmaya çalışacağı yerde, küçük burjuvazinin entelektüelleri tarafından yönetilen, bir köylü ordusu kuruyordu. Kır isyanları, gerilla bir yenilik değildi, yüzyıllardır Çin, sosyal ilişkilerinde hiç bir değişiklik yapmaksızın kendini hissettiren bir karakter niteliği alabilen bu tip girişimlere yabancı değildi. Yeni olan şey, bu kır gerillasının komünistler tarafından yönetilmiş olmasıydı.

1932 tarihli bir metinde, rejimin ordularına karşı bu gerillanın başarılarını selamlarken, Troçki, onun hedeflerini ve özünü çok net bir şekilde eleştiriyordu:

"Kendisine Kızıl Ordu diyerek, komünist bayrağını yükselterek", "Çin devrimci köylü sınıfının yönetici elemanları, gerçekte Çin işçi sınıfına ait olan ahlaki ve politik değeri kendilerine mal ediyorlar" diyordu. Ve ekliyordu, köylü -iktidar merkezlerinden uzakta sosyal pozisyonu nedeniyle- ya proletaryayı ya da burjuvaziyi izleyebilir ve şehir proletaryasından kopmuş komünist aydınlar, aslında farklı sosyal çıkarları savunuyorlardı. Troçki, ihtivası nedeniyle köylü, yönetimiyle küçük burjuva olan, işçilerle aralarındaki bir çatışmanın başlangıcını hazırlıyor, diyordu. Aslında Troçki'nin 1932'de kavradığı şey ondan sonraki yirmi sene içerisinde kendini ispatlayacaktı.

1934'te Komintang rejimi, komünistlere karşı büyük bir saldırıyı hazırlamakla işi bitirdi. Fakat komünistlerin arasından bir kısmı, ticaret ve sanayi merkezlerinden çok daha uzaklara kuzeye doğru 8 bin km'den fazla, bir yıllık uzun bir yürüyüşe başlayarak kaçmayı başardılar. Orada Shenxi bölgesinde kendilerine bir sığınak buldular.

Böylece otuzlu yılların ortalarında, Çin Komünist Partisi, ne oluşumunda ne de özellikle hedeflerinde artık kesinlikle bir işçi (proletarya) partisi değildi. Onun sosyal temeli, küçük burjuvazi yönetiminde bir köylü sınıfıydı. O tarihlerde Stalin tarafından yönlendirilen Enternasyonal, o zaman kendisine hepsi burjuvazinin alanında kalan birkaç hedef belirledi. Bu, tarım reformu sistemdeki yağmalamaya (bozuşmuşluğa) son verme, ülkenin tam bağımsızlığı ve politik burjuva güçlerle birlik arayışı idi. Bu, 1934'te Hitler'in Almanya'da iktidara gelişiyle ve Sovyetler Birliği'ne karşı oluşturduğu savaş tehdidiyle korkmuş olan Stalin'in, dünyadaki bütün komünist partilere yeni bir Halk Cephesi politikasını dayatması anlamına geliyordu. Yani, bu komünist partilerin sol burjuva partilerine bağlandığı, yani bir yerde proletaryanın çıkarlarının burjuvazinin çıkarlarına bağlandığı bir politikaydı. İşçi sınıfı bu politikayı Fransa'da özellikle de İspanya'da çok pahalıya ödeyecekti. Troçki'nin söylediğini yeniden ele alırsak, Stalinist Enternasyonal, kendi burjuvazisi ile komünist partileri arasında arabulucu görevi oynuyordu. Kendi tarzında Çin Komünist Partisi, öyle bir parti oldu ki, Çin burjuvazisinin bile yapmayı başaramadığı şeyleri başardı. Radikal bir burjuva programını daha ileriye götürmek için hayatlarını bile vermeye hazır savaşçıların partisi oldu. Komintang'ın bile başaramadığı bir rolü, burjuvazinin tarihi çıkarlarını çok radikal, iş bitirici bir tarzda savunan bir parti rolünü yerine getiriyordu. Japonlarla olan savaş, onların bu rollerini, bu politikalarını daha net bir şekilde ortaya çıkarmıştı zaten.

Japonya'ya karşı savaştan kır devrimine

Çin'de uzun zamandan beri gözü olan Japonya, 1931'de, ülkenin güney doğusuna, yeraltı zenginlikleri açısından önemli olan Mançurya bölgesine başarılı bir çıkartma yaptı. Sonra 1937'de Japonya bütün ülkeyi işgal etme girişiminde bulundu. Japon orduları her geçen gün infazlarını arttırıyorlar; tecavüzler, yağmalama ve yıkımlar yapıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Mançurya bölgesinin altı yıllık işgali sırasında, Çan Kay Şek, Japon işgaline karşı direnişi reddetti. Hatta 1937'den itibaren, kendi rejiminin temellerinin tehdit edildiğini gördüğünde, kendi güçlerini özellikle komünistlere karşı kullandı. Çan Kay Şek için "Japonlar sadece bir deri hastalığı, bununla birlikte komünistler ise bir kalp hastalığı" idi.

Çin Komünist Partisi, Japonlara karşı mücadelede Komingtang ile güçlerini birleştirmeyi önermekten vazgeçmiyor ve kuzeyde direnişi örgütlüyordu. 1945'te ne zamanki Japonya Pasifik denizi savaşında çöktü, Çin Komünist Partisi ve Amerika tarafından yoğun bir şekilde yardım alan Komintang rejimi; Çan Kay Şek'in, Mao'nun ısrarlı tekliflerine rağmen küçümseyerek reddettiği bir antlaşmayla karşı karşıya kaldı. Mao'nun Komünist Partisi, Japonya'ya karşı direnişiyle olaydan büyümüş olarak çıktı. 1945'te, 100 milyon Çinlinin yaşadığı bir bölgeyi kontrolü altına aldı, orada kurumlar yarattı, düzeni sağladı ve bir milyonluk gerçek bir ordu kurdu, yani bir devlet mekanizması yarattı1. Bununla birlikte onu iktidara getiren bu devlet düzeni değildi, Japon orduları geri çekildiğinde, işbirlikçilere karşı kırlarda çok büyük bir isyan başlamıştı. Özellikle, uzun zamandan beri köylüleri ezen senyörlere karşı başlatılmıştı bu isyan. Mao'nun Komünist Partisi, bu ayaklanma karşısında zor durumlar yaşadı, çünkü orduları; köyleri çalarak, talan ederek işgal eden isyancı gruplardan çok farklı hareket ediyordu. Mao ordusunun elemanları, alıştıkları üzere, aldıklarının karşılığını ödüyor, köylülere saygı gösteriyor onların problemleriyle ilgileniyor ve tarla işlerinde onlara yardım etmekten çekinmiyorlardı. Böyle olunca, kırsal kesimde çabuk kabul gördüler. Fakat eğer Komünist Partisi, çıkan isyanlar doğrultusunda hareket etseydi, köylülerin isteklerine cevap verseydi, savaş zamanında yerel, hatta bölgesel yönetim şefleri durumuna gelmiş olan Japon karşıtı birçok senyörün sempatisini kaybedebilirdi. Bu, sadece Çan Kay Şek'i destekleyen Amerika ile karşı karşıya kalmak değil, aynı zamanda, savaş süresince ve savaş sonrası, olası devrimden kaçınmak için kutsal ittifakını uzatma yanlısı olan Stalin'e karşı da durmak demekti. Fakat aynı zamanda, köylülerin desteği olmaksızın Komingtang ordularının saldırısını desteklemek, mümkün değildi. Birkaç ay tereddütten sonra Komünist Parti, 1946 Ağustosunda köylü isyanını desteklemeyi seçti. Böyle bir politik seçim, gerçek bir seçimdi ve üstelik Moskova'nın dayattığı şeye karşı da bir seçimdi. Bunu yaparken Komünist Parti, kendini her zaman burjuvazinin kampına yerleştirdi; çok radikal bir biçimde çok jakoben bir tarzda, yani onun genel ve tarihi çıkarlarını temsil ederek hatta burjuvaların çoğunluğuna karşı bile olarak bunu yapıyordu. Mao bir yerde, bir Çin Robespierre'i oldu, yani burjuvazinin tarihi çıkarlarını savunmakta sonuna kadar gitti hatta onun da ötesinde burjuvaların bizzat kendilerinin arzuladığı şeyin sonuna kadar...

Komintang burjuvaziye bağlıydı; onların doymak bilmezliğine, bencilliğine, kısa vadeli çıkar yarışlarına hatta kendi sınıflarının uzun vadeli çıkarlarının yok oluşu pahasına onlara bağlıydı. Çin Komünist Partisi'nin kendisi, Çin burjuvazisinin uzun vadeli çıkarlarının temsilcisiydi. Zaten bugün bu durumu kanıtlanmak üzere.

Fakat o zaman kontrol ettiği bölgelerde Komünist Parti, köylü isyanının başını çekiyor, topraklar paylaşılıyor, senyörlere karşı koyamıyordu. Ve bu genel isyan, Çin Komünist Partisi'ni iktidara taşıyordu.

Çin Komünist Partisi iktidarda

Daha önce gördüğümüz gibi, kır senyörlerine karşı olan köylü isyanının büyümesi karşısında endişelenen Çin burjuvazisine yeniden katılmak için, Maoist yönetim yeni bir dönüş yaptı ve 1947 sonunda, başkaldırıya sınırlar koymaya karar verdi. Bununla birlikte burjuvaziyi kazanmayı başaramadı. Çin Komünist Partisi'nin politikası, komünist olmasa bile onun etiketini, rengini, enternasyonalliğini, orağını ve çekicini kullanıyordu!

Çan Kay Şek'in hala şehirlerde sahip olduğu destekçileri, kendisini terk ediyordu; yönetimi iyice bozulmuştu, çürümüştü, etrafında boşluk yaratıyordu. Burjuvazi, toplumun diğer katmanları gibi dayanılmayacak bir noktada kendilerini soyduruyorlardı. Binlerce öğrenci, yüzlerce öğretmen sadece ve sadece barışçı sloganların arkasında gösteri yaptıkları için katlediliyordu. Durum böyle olunca onlardan on binlercesi kaçtı ve komünist saflara geçtiler. Nihayet rejimin son destekçisi olan ordu da böylece, kendiliğinden erimiş oldu.

O zaman iktidarın ele geçirilişi kolay ve hasarsız olmuştu. 1949'da, Çin Komünist Partisi büyük şehirleri ele geçirdi. Fakat bu şehir sakinlerinin pasifliğinden ve Komingtang'ın gidişinden sonra oldu. 1927-28 baskılarından bu yana işçi sınıfı ayağa kalkamamıştı. 1927'de işçilerin üçte ikisini kendi saflarında sayan Komünist Partisi, 1949'da onun sadece yüzde 3'ünü sayabiliyordu. Bütün büyük sanayi merkezlerinde, işçi sınıfını hareketlendirmekten özellikle çekindi, onu silahlandırmadı. Mao, işçileri sakin olmaya ve normal olarak çalışmaya devam etmeye çağırdı. Kendi çıkarlarını savunmak için işçileri örgütlemeye çalıştıkları Şanghay gibi şehirlerde etkilerinin sınırlı olduğu bir kaç yüz Çinli Troçkist, yeni iktidar tarafından bastırıldı. 1950 yılının başından itibaren aralarından bir kısmı yakalandı ve öldürüldü; daha sonra 1952 Aralığında, Komünist Parti'nin gizli polisi, ulusal bir arama başlattı ve Troçkist militanların ve sempatizanların tamamını ve hatta ailelerinden birçoğunu yakalattı. Karşılığında, 1925-27 devrimini bastıran Komintang generallerinden birçoğu, Mao ordusunun yönetimine girdi. Unutulmaz canilikleriyle komünist militanlara yirmi yıldan fazla çektiren Çan Kay Şek'in siyasi polisi ve eski rejimin on milyona yakın memuru, yeni iktidarın memurları oldu. Ezilmeden uzak, eski devlet mekanizması Çin Komünist Partisiyle tamamen birbirine geçip birleşti.

Bununla birlikte, kırlardaki ayaklanma bazı bölgelerde, sosyal ilişkileri allak bullak etti. Çin devrimi, başlangıçta, binlerce yıldır üzerlerine çöken korkunç sömürüden kurtulmak isteyen on milyonlarca köylünün isyan ve enerjisinin eseriydi. Başladığı yerde, köylü isyanı eski Çin toplumunun feodal kalıntılarını yerle bir etti. Maoist rejim ülkeyi tam olarak birleştirdi. Bu da bir devrimdi. Fakat köylü isyanı, işçi sınıfı tarafından yönetilmedi ve bundan dolayı 1949 Çin devrimi, işçi sınıfının bir devrimi değildi.

Maoist rejim

Emperyalizm, Çin'i ambargo altına alıyor

Maoist rejim emperyalizm tarafından tanınmadı. Amerikan politikasında Sovyetler Birliği'nin etki alanının her türlü genişlemesini engelleme isteği hâkimdi. 1950'de Birleşmiş Milletler'in himayesi altında Amerika'nın müdahalesiyle başlayan Kore Savaşı, bu politikanın ilk somut örneğiydi. ABD, Çin'e karşı ekonomik bir ambargo uygular. Birleşmiş Milletler'de, Çin'in koltuğu, sekiz milyon nüfusu olan Tayvan tarafından işgal edilir, beş yüz milyonu aşan Çin Halk Cumhuriyeti temsil edilmez ve bu durum yirmi seneden fazla sürer...

Böylece Çin'in uluslararası sahada yalnız kalışı, onun rejim seçiminden kaynaklanmaz, bu ona emperyalizm tarafından dayatılır. Bu yalnızlık yalnızca politik değil, hatta şunu da zorunlu kılar: Dünya pazarında çok az alıp satabilen Çin, esas kaynaklarını kendi ulusal sınırları içerisinde bulmak zorunda kalır. Kaynaklarını en iyi şekilde kullanabilmek için ekonomik olarak geri olan ülkede diş ticaretin ciddi bir kontrolü gerekiyordu. Fakat emperyalizm ona daha fazlasını dayattı: Tamamen kendi kaynaklarıyla geçinmeyi.

İlk yıllar ve Maoist rejimin sosyal doğası

İlk zamanlarda, rejim özel sektöre yani ulusal denilen burjuvaziye sırtını dayamaya çalıştı. Bununla birlikte, Komintang'ın yenilgisi kendini belli eder etmez, kendilerini komünist ilan eden ordunun zaferinin hedeflerinden korkuya kapılmış birçok kapitalist; zenginliklerini, makinelerini hatta diğer bütün sanayi ekipmanlarını İngiliz himayesi altındaki güney bölgesi Hong Kong'a veya Tayvan adasına doğru taşıdı. Bu burjuvalar, çıkarlarını temsil etsin diye ailenin bir ferdini oldukları yerde bıraktılar.

Bu, Rus devrimiyle arasındaki en büyük farklardan birdir. Rusya'da burjuvaziyi kamulaştıran işçi sınıfının devrimci bir hareketi söz konusuydu; Çin'de ise işçi sınıfından, sadece pasif bir seyirci olarak, Maoist ordunun şehirlere girişini alkışlaması istenmişti. Çin Komünist Partisi, burjuvaziye sırtını dayamak istiyordu. Yurtsever ulusal kapitalistlerin değerini arttırıyor, "iyi niyetine rağmen burjuvaziye saldırmak isteyen yoldaşlarla savaşıyor ve örgütsüz, başıboş bir proletaryanın bireysel isyancılarını" mahkûm ediyordu. O zaman tamamen ortak olan şirketlerin, ortakları kanuna göre yüzde 8 olarak belirlenmiş paylarını alıyor ve rejim, geri gelmek üzere gitmiş olan şirket sahiplerini ikna etmeye çalışıyor ve bazen de başarılı oluyordu. Asıl problem, kapitalistlerin kendilerinden geliyordu. Büyük çapta vergi kaçırıyor, rejime değersiz malları vererek devlet siparişlerini baltalıyor ya da devletin, devlet siparişleri için onlara verdiği malzemeleri tekrar satıyorlardı. Ve işbirlikçi olabilecek herkese bahşiş veriyorlardı. Sonuç olarak burjuvazi, Çan Kay Şek'in zamanında nasılsa, şimdi de öyle hareket ediyordu. Bu durum, yeni iktidarın temellerini tehdit ediyor ve ulusal kelimesine uygun her türlü gelişmeyi olanaksız kılıyordu.

Ülkeyi az gelişmişlikten çıkarmayı isteyen rejimin, ticari ve sanayi şirketlerini, iktidarın ele geçişinden altı sene sonra, 1955'te tekrar satın alması ve ulusallaştırmaya çalışması böyle olmuştur. Kesinlikle hiçbir direnişle karşılaşmayacaktır. Bir kanun, eski patronlara yatırılan paranın yüzde 5'i kadar bir pay ve zarar karşılığı bir ödeme yapmayı öngörüyordu. Kamulaştırılmış şirketlerin işletilmesi çoğunlukla onlara emanet edilmişti ve onlar, "sosyalizm yolunda cesaretli bir şekilde emaneti kullanan, yurtsever ulusal kapitalistler sınıfına yükselmiş" oluyorlardı. Kapitalistler, bu fakir ülkede istisnai maddi rahatlıklarını koruyorlardı. Anılarında, büyük bir toprak sahibinin kızı, altmışlı yılların başında Şanghay'daki, eski porselen, gümüş, kitap ve İngiliz gazeteleriyle dolu aile malikânesinde yaşamaya devam ettiklerini ve orada hala eski hizmetçileri tarafından hizmet edildiğini anlatır. Eğitiminden sonra kızı sinamada aktrist olur ve Chopin'in "Geceler"ini oynarken ve İran kedisiyle (evcil hayvanların yasak olduğu bir devirde) eğlenirken rahatlar. Ve bunun istisnai hiçbir durumu yoktur.

Yirmi seneden fazla bir zaman diliminde, ekonomik faaliyetin esasını yöneten devlettir. Fakat bu onun ne sosyalist bir devlet olduğunu gösteriyordu, ne de o zaman Maoist ve hatta Troçkist birçok militanın iddia ettiğinin tam tersine bir işçi devletiydi. Fransa gibi kapitalist bir ülkede, ekonominin önemli bir bölümü İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra devlet kontrolü altındaydı. Elektriğinden, kömüre, gazından demiryolu taşımacılığına, hava taşımacılığına, Renault'tan Snecma, ordu sanayisi ve büyük depo bankalarını düşünürsek De Gaulle Fransa'sı bu derece mi sosyalistti? Hayır, tabi ki değil! Kamulaştırmalar, kapitalistlerin yapamadığı, aslında kişisel olarak yürütmek istemedikleri yatırımları ve modernleştirmeyi devletin gerçekleştirmesine izin veriyordu, fakat sonuç olarak bu tamamen burjuvaziye hizmet ediyordu. Maoist rejim ile Çan Kay Şek'in rejimi arasındaki en büyük fark, Komintang rejiminin; geleceği düşünmeyen bencilliğine hizmet ettiği, burjuvaziye fiziki olarak bağlı oluşu, buna karşılık Mao rejiminin ise, genel çıkarlar adına hareket edebilme olanaklarına sahip olmasındadır.

Mao döneminde gerçekleştirilen devletleştirme, rejimin sözümona sosyalist doğasından, değildi. Ülkenin gelişmesi için kaçınılmaz bir gereklilik olarak kendini ortaya koymuştu.

Sosyal ve ekonomik gelişmeler

Ellili yıllarda toprakların birliştirilmesi, kollektifleştirilme, aynı mantığı izledi. Toprak reformu, özel mülkiyetin küçük parçalara bölünmesine neden oldu ve kollektifleştirme, kırlardaki makineleşmenin zayıf olmasının, hatta köylülerin ürettiklerinin tamamını tüketiyor olmaları, satılacak ürünün miktarını azaltıyor olmasının yarattığı zorlukları çözmek amacıyla oluşturuldu. Bu birleştirme, yani kollektifleştirme, başlangıçta yavaş yavaş oldu, sonra ellili yılların ortasında devletin zengin köylüleri kendine bağlayamadığı sırada daha çarpıcı ve hızlı bir şekilde oldu. Ve devlet, sanayiyi geliştirmek için köylülerden aldığı vergiyi yükseltti.

Ekonomik gelişme, "büyük adım" gibi saçma planlara başvurulsa da, gerçek oldu. 1957'de çıkarılan kararnameye göre "büyük adım" üretimi militarize etmek ve kanallar açmak, bentler inşa etmek gibi işlerle sorumlu, zorunlu, gerçek iş gücü orduları yaratmaktan ibaretti. Rejim, kırların kendi sanayi ihtiyaçlarını karşılamaları ve her köyün kendi maden eritme fırınına sahip olması gerektiği ile ilgili kararname çıkardı. Bütün köylüler, 900 bin fırın için gerekli yakıtı bulabilmek için harekete geçirildi. Elde edilen metal -bazen tencereleri ve köy için gerekli metal malzemeleri eriterek1- o kadar kötü kalitedeydi ki, çoğu zaman hiç bir işe yaramıyordu. Fakat diğer taraftan böylece harekete geçmiş olan köylü, ürün elde edemiyordu. Bu sebepten dolayı gelen açlık, iki senede 15 ile 30 milyon arasında insanın ölümüne sebep oldu.

"Yüz Çiçek"ten "Kültür Devrimi"ne

Ülkenin bu gelişme hedefini izleyen Mao rejimi, gücü ve şiddeti en yüksek derecesinde kullanmaya hazırdı. Bu bir diktatörlüktü. Halkta daha çok özgürlük ve daha iyi bir hayat seviyesi istekleri belirdiğinde, iktidarın tek kontrol mekanizması olan vahşi baskı öyle hiç de sanıldığı gibi uzakta değildi. Örneğin 1957'de "Yüz Çiçek Açsın" adlı bir kampanya sırasında iktidar, bir takım ifade özgürlüklerine izin verdi. Aydınlar ve öğrenciler, demokratik isteklerini açıklamak için bu fırsatı kaçırmadı. İşçiler, kadroların ayrıcalıklarına, günlük ve haftalık eğreti işlerin çoğalması, aylıkların parçalara bölünmesinin artışı, meslek öğrenme sürelerinin uzaması ve onun ardından gelen işe ödenen ücretlerin düşüklüğü gibi iş koşullarının kötüleşmesine karşı gösteriler yaptı. Bu işçi direnişleri sendikalardan geçmiyordu. Sendikalar tamamen rejimin hizmetine geçmişti, hatta onlar için yönetimin dilleri, bürokrasinin kuyrukları olduğu söyleniyordu. Bu eleştiri dalgasına karşı rejim, tam bir yüzseksen derecelik dönüş yaptı ve idam sehpasına gönderilmeyenleri, kırlara yeniden eğitim kamplarına, yüz binlerce insanı gönderdi.

İktidarın örgütlediği en vahşi baskı şüphesiz 1966-68'in "Kültür Devrimi"dir. Resmi olarak, kapitalizmi seçmiş olanlara karşı mücadele etmek söz konusuydu ve "Dört Eskilikçi" (eski düşünceler, eski kültür, eski adetler, eski alışkanlıklar) yok etmekti.

Gerçekte, rejim tarafından daha sıklıkla da yönetici kadroların çocukları, milyonlarca öğrenci ve ünlü "Kızıl Muhafızlar" tarafından oluşturulan bu şiddet hareketi, öncesinde rejimin onurlandırdığı, ulusal kapitalistlere uygulanıyordu. Sadece saçı biryantinli olanlara veya ince uçlu ayakkabısı olanlara dokunmuyordu. Aslında bu hareketlenme denetlemeyi ve kitleleri yola getirmeyi hedefliyordu. On beş yıl süren diktatörlük; rejimin gelişme hedefleri adına uygulanan hararetlilik, ambargo yüzünden yaşanan zorluklar ve emperyalizmin baskısından sonra hoşnutsuzluklar kedini göstermeye başlıyordu. Birçok işçi çalışma koşullarına, idarecilere karşı, şu veya bu ayrıcalığa karşı greve gitme fırsatını kaçırmamıştı. Ve tabi ki iktidar tarafından kontrol edilmiş ve kışkırtılmış "Kızıl Muhafızlar"ın seferberliği, her karşı çıkışı daha kabuğundayken ezmeyi hedefliyordu. Halkın tamamı üzerinde bir baskı uygulanıyordu ve özellikle de işçi sınıfı üzerinde. Gerçekten çok basit ve katışıksız bir baskıydı söz konusu olan.

Kızıl Muhafızların bizzat kendilerinin bazen kontrol edilemez karakteri, aşırılıkları, rejimi, yirmi milyona yakın genci, 1968'de "Kültür Devrimi"ne son vererek kırlara göndermeye kadar götürdü. "Kültür Devrimi"nin, kültürle hiçbir alakası olmadığı gibi devrimci yanı da hiç yoktu. Sadece yüz binlerce kurban yarattı.

Çıkmazdaki Maoist rejim

Kültür Devrimi, rejimin içinde bulunduğu çıkmazın bir işaretiydi. Emperyalizm tarafından dünya pazarının askıya alınmasıyla rejim, ulusal gelişme için kaynaklarını kendi sınırları içerisinde aramıştı. Bir taraftan sömürge hakimiyetinden kurtulmuş, diğer Üçüncü Dünya ülkelerinin tanıdığından daha üst bir seviyeye çıkmayı başarmıştı. Devletleştirme, önemli ilerlemeler sağlamıştı. Şüphesiz halk çok fakir yaşıyordu. Zira zıraat, randımanın ve üretimin artmasını sağlayan modernleşmeyi getirmişti. Sanayi, yılda ortalama yüzde 9'luk bir ilerleme göstermişti. İş, lojman, sağlık ve eğitim alanlarında, bir çeşit eşitliği elinde bulunduran devletin sopası altında önemli ilerlemeler gerçekleşmişti. 1949'da Çinlilerin yalnızca yüzde 20'si okuma yazma bilirken, 1978'de bu oran yüzde 75'lerin üzerine çıktı. 1945'te ortalama yaşam süresi 38 iken, 1978'de bu rakam 64'e çıktı. Bu rakam, Üçüncü Dünya ülkelerininkinden çok, gelişmiş ülkelerin ortalamasına daha yakın bir rakamdır. Kısaca, Batıda yapılan yorumların tersine, devletçilik Çin'in gelişiminin önünde bir engel olmadı, tersine onun gelişmesini sağlayan devletçilik oldu. Örneğin Çin'i, onun gibi büyük bir Asya ülkesi olan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığını elde etmiş olan Hindistan ile karşılaştırabiliriz. Üstelik Çin'den farklı olarak, uluslararası kurumlardan borç alabilmesine ve kendi ülkesi dışına ticaret yapabilme imkânları olmasına rağmen, gericiliğin, kastların ve vahşi yoksulluğun damgasını vurduğu az gelişmiş bir ülke olarak kaldı. Oradaki kişi başına düşen gelir, Çin'dekinin üçte birinden daha düşük, halk daha az okuma yazma biliyor ve çoğunlukla konut hakkı bile yok. Oysa dünya pazarına giriş, kendi kaynaklarının talan edilişi olarak ifade edilirken, Çin bu durumun dışında kalmıştı.

Diğer taraftan, gelişme ve sanayileşme konusunda Çinlilerin gösterdiği çabaların sonucu onların hedeflerin altında kaldığını gösteriyor. Ülke fakirdi. Az gelişmişlikten bile kurtulamamıştı. Elbette rejimin onayladığının tersine, on beş yılda İngiltere'yi yakalayamamıştı. Dünya pazarından uzak kalışı, uluslararası paylaşımından yararlanmasını engelliyor ve bazı ürenleri Çin'in dışardan alamamış olmasından dolayı on kez, yirmi kez daha fazla işgücü gerektiriyordu. Bunun ötesinde, Tayvan üzerinden Amerika tarafından körüklenen, sürekli savaş riski, Çin devletini pahalı askeri harcamalar yapmaya zorluyordu. Bu da ekonomik gelişme için girdiği çabalara ek bir yük getiriyordu. Emperyalist paylaşımdan uzak kalışı ve ekonominin devletleşmesi, Çin'in önemli gelişmeler kaydetmesine izin vermiştir. Fakat halka kabul ettirmenin gitgide zorlaştığı çabalar karşısında Çin, sadece sınırlı bir gelişmeye ve kendi kaynaklarıyla geçinmeye mahkûm edilmiştir.

Pazar ekonomisine dönüş hızlı olmadı

Amerika, politikasını yumuşatıyor

Amerikan emperyalizmi tarafından yirmi sene önce konulan kıskacın yetmişli yılların başında gevşemesi buna denk geliyor. Bu değişiklik Mao hayattayken oldu. Amerika siyaset değiştirdi. Çin ambargoya boyun eğmedi ve Maoist rejim çökmedi. Fakat Amerika başka bir sorunla karşı karşıya kaldı: Yıllardır Vietnam'da savaş sürdürüyordu fakat onu kazanacak kapasitesi yoktu. Bu savaş pahalıya geliyordu ve zaman içerisinde, Amerikan yöneticilerinin aynı zamanda siyahların güçlü hareketleriyle karşı karşıya geldiği bir dönemde, Amerika'nın kendi içinde de bir takım karşı hareketler yükseliyordu. Yöneticiler kendilerini, Vietnam batağından kurtulmanın gerekliliğine inandırmayı başardılar. Fakat sosyal ve politik güçlü baskılara maruz kalmış bir bölgede, Amerika'ya karşı çıkabilecek diğer halkları da cesaretlendirmek istemiyorlardı. Domino oyununda olduğu gibi Amerikan yanlısı Vietnam rejiminin düşüşüyle birlikte, diğer olayların da kendiliğinden gelişini engellemek için, Çin ile anlaşmak ve ondan bir denge faktörü yapmak gerekiyordu. 1969'dan itibaren, Amerika ilişkilerini biraz gevşetir ve 1971'de Çin daha öncesinde Tayvan'a verilmiş Birleşmiş Millet'lerdeki koltuğuna sahip olur. Ve en acı zehri içen de, 1972'de Mao'yu ziyaret eden ve diplomatik ilişkileri başlatan Amerikan başkanlarının en gericisi en antikomünisti olan Richard Nixon oldu. 1979'da, bu ilişki resmileştirildi.

Değişikliği yapan Çin rejimi değildi. Amerika ile ilişkiyi koparan da o değildi, tam tersiydi olan şey. Bununla birlikte, ekonomik ambargonun sonunu işaret eden bu açılış, kendisine dünya pazarının sunduğu olanakları nihayet kullanma imkânı vermişti. Yönetici kesimler, 1970'li yılların sonunda pazar ekonomisine bir çeşit dönüşün dönüm noktasını tutarlar. Ekonominin özel sektöre açılımını haklı göstermek için, "kedinin siyah veya beyaz olmasının ne önemi var ki, önemli olan fareyi yakalamaktır" diyordu Deng Xiaoping. Yeni yönetici Deng, Kültür Devrimi sırasında bir kenara bırakılan ve 1978 Mao'nun ölümünden sonra ön plana çıkan "Uzun Yürüyüş"ün kıdemlilerinden biriydi.

Ekonomik açılış

Bir çeyrek yüzyıldan beri devam eden bu ekonomik açılış çok yavaş oldu. Değişikliğe uğrayan ilk sektör tarımdı. Daha önce gördüğümüz gibi ellili yıllarda kollektivize olmuştu. 1978 ile 1984 yıllarında tekrar tekrar özelleştirildi. Önce, özel mülk olan küçük toprak parçacıkları, önceki yüzde 5'e karşılık, işlenen topraklar yüzde 15'e kadar artmıştı. Daha sonra, köylü üniteleri tarafından kollektif olarak işlenen topraklar, köylülere sözleşme karşılığında dağıtıldı. Artık bu, aile işletmeciliğine dönüşür ve her aile, kendi satışından elde ettiği ürüne sahip olur. Sonra toprağı kiraya verme, işgücü satın alma, büyük zirai makinelere sahip olma hakkı, açık arttırmayla kira sözleşmelerini satışa çıkarma imkânı, bazı köylülere toprakları birleştirme ve zenginleşme olanağı tanındı. Bu köylüler, ticaret ve sanayide de faaliyet gösterir, bu da kırsal alanlarda her çeşit küçük şirketlerin büyük bir ölçüde ortaya çıkmasına sebep olur.

İktidar, şehirlere sermaye çekmek için, ülkenin güneyinde 1979'da "özel ekonomik bölge", yabancı yatırımcıların hizmetinde olan devletin toprak verdiği ve altyapı oluşturduğu "serbest bölgeler" yaratmayla işe başladı. Bu bölgeler başarı elde etti, örneğin onlardan biri olan Shenzhen, nüfusu 25 yılda 30 binden 10 milyona çıktı. Hükümet, 1984'te doğu kıyısındaki aşağı yukarı her yere ve ülkenin deltasında, özellikle Şanghay gibi şehirlere, Batılı şirketlerin yerleşmesine izin vermeden önce, Shenzhen gibi başka bölgeler yarattı. Fiyatlar serbestleştirildi ve şirketler, hatta devlete bağlı şirketler bile bir çeşit özerklikten yararlandılar. 1992 ile birlikte, pazara dönüş yeni bir hamle yaptı. Rejim açılıyordu ve gelişen çok sayıda Çin şirketinin dışarıyla ticaret yapmasına ve yabancıların Çin'de yatırım yapmasına izin verildi.

Aracı kim olabilirdi? Tabii ki Çin burjuvazisinin kendisi. Daha önce gördüğümüz gibi, 1949'dan önce birikmiş servetlerin büyük bir bölümü, aileden birini Çin'de bırakmak üzere Hong Kong veya Tayvan'a götürülmüş ve orada saklanmıştı. Doğal olarak bu aileler, rejimin sunduğu yeni imkânlardan yararlananlar oldular.

Bir örnek verecek olursak, ekim ayında, gazetelerin ölüm haberleriyle ilgili bölümlerinde eski "kızıl kapitalist no 1" olarak gösterilen, geçmişi gayet ilginç olan Rong Yiren adlı bir şahıs vardı. Ölümünde rejim onu, komünizmin ve ulusalcılığın büyük mücadelecisi olarak selamlıyordu. Tekstil ve un burjuvazisinden olan ailesi 1949'da Hong Kong'a kaçmıştı ve aile şirketinden kalanlar daha iyi yönetilsin diye genç Yiren'i orada bırakmıştı. Yiren bizzat kendisi para için kalmıyordu tabi ki, kendisinin dediği gibi, "ülkeyi yoksulluktan çıkarmak için" kalıyordu. Ellili yılların başında, fabrikalarında aşağı yukarı 80 bin kişi çalıştırıyordu. 1956'da kamulaştırma döneminde, o dönem için bayağı şişkin bir miktar olan 12 milyon dolarlık bir tazminat aldı ve tekstil sanayii bakan yardımcısı olmadan önce, Şanghay belediyesi başkan yardımcılığına getirildi. Kendisi için "eğlence, zevk yılları" diye adlandırdığı "Kültür Devrimi" yılları sırasında ortamdan uzaklaştırıldı. Sonra, 1979'dan sonra geri döndü ve aşağı yukarı iki buçuk milyar dolarla onu Çin'in en zengin adamı yapan CITIC adında büyük bir finans şirketinin, yani kolları her bir tarafa uzanmış büyük bir imparatorluğun patronu oldu. Komünist Partisi'ne hiçbir zaman bağlı olmaksızın, 1993'den 1998'e kadar Halk Cumhuriyeti'nin başkan yardımcısı oldu. Kısacası Yong Yiren, Maoist rejimin Çin burjuvazisi ile olan bağlarının somut örneğiydi.

Başka yerlerden gelen Çin sermayesiyle, Çin'deki yatırımlarda bu sermayenin yerini alışını da gene bu ilişkilerde aramak gerekiyor, yani Çin burjuvazisiyle Mao rejimi arasındaki ilişkilerde. Aslında yabancı sermayenin koyduğu paranın bir kısmı da, Çin'de bile paralı yatırımlar, ticari işler peşinde koşan, kırk-elli yıl boyunca ülke sınırları dışında zenginleşmiş Çin burjuvazisi tarafından, zamanında Çin'de elde edilmiş zenginlikten geliyordu. Bugün hâlâ, Çin'deki yabancı sermayenin yüzde 61'i sadece Hong Kong'un üçte birini elinde bulundurduğu güney doğu Asya'dan geliyor. Bunda Çin burjuvazisi diasporasının söz konusu olduğu çok açıktı. Unutmamak gerekir ki, zaman içerisinde, yabancı sermayeye sunulmuş vergi avantajlarından yararlanmak amacıyla, vergi cenneti tarafından yapılan bir oyunla, bizzat kendisinden çıkıp tekrar kendisine dönen sermaye vardır. O derecede ki, örneğin 2003'de "Bakire Adalar"1 Çin'de, Fransa'dan on misli daha fazla yatırım yaptı, hatta Amerika'dan bile fazla.

1996'dan itibaren önce devlet şirketlerinde, daha sonra kamu hizmetlerinde işten çıkarmalara yavaş yavaş izin verildi. Bu, sanayi sektörünün tamamının kademeli bir şekilde özelleşmesinin başlangıcıydı. Böylece 1998'den beri büyük kamu şirketlerinin yarısından fazlası, ortaklı şirketlere dönüştürüldü. 2001'de, Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne üye oluşu, onun dünya pazarına girişini onayladı. Bununla birlikte, gerçekten özelleştirilmiş olan ekonominin payının ne olduğunu bilmek zor. Resmi rakamlara göre 2004'te özel sektör, rakamın yüzde 63'ünü temsil ediyor. Fakat ortaklı şirketlere dönüştürülmüş olan kamu teşebbüslerinin büyük bir bölümü devlet tarafından kontrol ediliyor; borsada yer alan şirketlerin sermayesinin yüzde 60'ı devlet veya kurumsal yatırımcıların denetiminde, en büyük 15 Çin şirketinden 14'ü devlet kontrolü altında. Bu sadece Çin'e has bir şey değil. Hatırlarsak, Fransa'da Balladur -Juppe, sonra Jospin daha sonra Raffarin- Villepin özelleştirme dalgalarından önce, ticaret sektörünün birçok büyük şirketi büyük bir devlet katılımına sahipti.

Mucizevî bir gelişme mi?

Pazara açılma, Çin "mucize"sinin temeli olarak görülen ve övünülen, ekonomik gelişmeye eşlik etti. 1979'dan bu yana, bu gelişme yıllık ortalama yüzde 9'lar civarındaydı. 25 yıl önce, dünya pazarında yüzde 1,5'luk bir ağırlığı vardı. Bugün bu rakam yüzde 6 civarlarında. Çin, dünya traktörlerinin yüzde 85'ini, kol saatlerinin yüzde 75'ini, oyuncak, bisiklet ve DVD okuyucularının yüzde 70'ini, nümerik fotoğraf makinelerinin yüzde 60'ını, taşınabilir bilgisayarların yüzde 50'ini, televizyon ve çamaşır makinelerinin yüzde 30'unu üretiyor. Dünyada her sene tüketilen çimentonun, çeliğin, pamuğun, kömürün üçte birinden fazlasını satın alıyor. Ve bize hâlâ şu söyleniyor: 2020'de Japonya'yı yakalayacak, 2040 veya 2050'lerde Amerika'nın ekonomik gücünü geçecek. Bu büyük ülkenin, dünya ekonomisinde rol oynamasının şaşılacak bir tarafı yok. Yükselmekte olmasına rağmen, Çin'in genel ağırlığı, öznel açıdan zayıftır. Dünyanın yüzde 20'sinden fazla nüfusuyla, dünya üretiminin yüzde 5'inden daha düşük bir rakam sunuyor. Amerika içinse durum tam tersi: Dünya nüfusunun yüzde 5'i, dünya üretiminin yüzde 20'sinden fazlasını gerçekleştiriyor. Daha öncede söylediğimiz gibi Çin; yıllık iç üretim hacmiyle, kendisinden yirmi defa daha az nüfusuyla, Fransa veya İngiltere'nin hemen önünde, dünyada dördüncü sırada yer alıyor.

Yorumcular, Çin istatistiklerinin yanlış olduğunu tekrarlıyor. Bu olasıdır. Böylelikle, Çin yıllık iç üretimini yüzde 17 oranında yükseltmiştir. Bu daha mı güvenilir? Geçmişte Çin istatistikleri, SSCB'ninkiler gibi hizmet sektörünü gerçek üretim olarak hesaplamıyordu. Batı dünyasının hoşuna gitmek için, onları hesaplamaya başladı, bu da gerçek bir düzeltme demektir. Ve birden sigorta fiyatlarının artışı, büyük şehirleri kasıp kavuran emlak spekülasyonuna bağlı fiyatların uçuşu, her çeşit vergiye ve aracıların çoğalmasına bağlı olarak bütün fiyat artışları o andan itibaren ülkenin zenginliklerinin bir artışı gibi hesaplandı. Yani şu ünlü iç gelir artışı, Batı ülkelerinde olduğu kadar Çin'de de özel olarak yanıltıcı bir kavram.

"Mucize" denilen bir büyüme var, bu doğru: Zenginliğin ve burjuvazinin çoğalması. 25 yıldır, Çin burjuvazisi çok çabuk gelişti ve kâr hırsı daha özgür bir şekilde kendini ifade edebildi. Pazara dönüşün büyük kazanımlarından biri onun için, yani Çin burjuvazisi için. Aynı zamanda bu oluşum, emekçi sınıfların yaşam koşullarının kötüye gitmesi ve eşitsizliğin birden artmasıyla oldu.

Eşitsizliğin yükselişi

Eşitsizlik Mao rejimi altında kaybolmamıştı. Ayrıcalıklı olanlar -bunlar eski burjuvaziden ve aynı zamanda yeni iktidar çevrelerinden gelenler- arabaları, özel mağazaları ve okullarıyla kendilerine ait mahallelerde yaşıyorlardı. Fakat fakir olmasına rağmen halkın çoğunluğu sağlık, eğitim, emeklilik hatta iş konularında bir çeşit devlet korumacılığına güvenebiliyordu. Bugün bütün bu güvenceler birbiri ardına parçalanıp gitti ve iyi bir iş, sosyal korumacılık anlamına gelen ve "demir pirinç kabı" deyiminin yerini "toprak pirinç kabı" deyimi aldı. Hatta "kırık pirinç kabı" bile deniliyor. Her çeşidinden eşitsizlik hızla ilerliyor. Resmi olarak, en fakirlerin yüzde 10'u, ülke zenginliğinin sadece yüzde 1,4'ünü paylaşıyor, bununla birlikte en zengin yüzde 10'luk kesim zenginliğin yüzde 45'ine sahip.

Burjuvazinin zenginleşmesi

Gerçekten de, bir taraftan halkın küçük bir bölümü, burjuvalar, çıkarcı dümenciler, çok çabuk zenginleşti ve çoğaldı. "Zenginleşmek gurur vericidir" der onlara Deng Xiaoping. Bugün, altmış milyon Çinlinin aylık geliri 1,400 €'nun üzerinde, bu da onlara; arabaları olmasına, "Carrefour"dan alış veriş yapmalarına, hatta golf oynamak, Batılı tarzda giyinmek ve dış ülkelere tatile gitmek gibi ayrıcalıklara sahip olmalarına izin veriyor. On milyona yakın Çinli lüks araba, marka saat ve parfüm, lüks kıyafet zevklerini taklit ettikleri Batının orta burjuvazisiyle karşılaştırılabilecek bir gelire sahip. Hatta onlardan 300 bini, dolar milyoneri.

Daha önce gördüğümüz gibi, bu ayrıcalığa sahip olanlar, Mao öncesi Çin'in eski kapitalistleri ya da kendilerini büyük payı kapmaya hazırlamış olanların çocukları. Ve sonra yeni Çin zenginleri arasında, özelleştirme sırasında kapitalist şirketlerin gelişmesiyle hatta kamu mallarının yağmalanmasıyla servetlerini büyüten rejimin ağır topları da var. Bozulma her yerde ve geneldir. Çinli basının bizzat kendisi; fabrika müdürlerinin, yüksek düzey memurların, yerel sorumluların halkın sırtından zenginleşmesinin her türlüsünü düzenli olarak aksettirir. Devlet fonlarından çalınan paralar yüzünden birçok fabrika iflas etmiş, işletilen topraklar bahşişlere karşılık satılmış, hayati önem taşıyan akarsular kirlenmiş, ayrıca temizlik sertifikalarına kadar bir yığın resmi dokümanı memurların sattığı, her gün yaşanan ahlaki bozuşmuşluk var.

Bir olay, taşralı bazı yöneticilerin açgözlülüğünü gösteren farklı bir skandal yarattı ve insan hayatıyla oynanan az görülen vakalar da var. Doksanlı yılların ortalarında Henan taşrasındaki kan ticareti gibi. "Kanını vermek şereftir" sloganını içeren bir kampanya çerçevesinde, köylüler çok kötü hijen koşullarında kanlarını sattılar. Sonra sorumlular, risklerin farkında olmalarına rağmen, aynı gruptaki kanların hepsinin karıştırıldığı centrifugeuse denilen makinelerde akyuvarlardan ve plaketlerden plazmayı ayırdı. Plazma, kan ticareti yapan gruplara kârla satılıyordu. Ve nihayetinde plazması alınmış kan, zayıflamasınlar diye, vericilerin damarlarına tekrar enjekte edildi. Böylece 300 bin ile 700 bin insana AIDS mikrobu bulaşmış oldu. Bu skandal, aynı zamanda köylünün boğuştuğu yoksulluğun da göstergesi. Bir kezi dört euro karşılığında olmak üzere ayda yirmi ile otuz defa kan veriyorlardı.

Köylerde yoksulluk

Son yirmi senede zenginleşen sosyal katmanlar sadece çok küçük bir azınlığı oluşturuyor. Yıllık 20 bin doların üzerinde kazanan altmış milyon insan, Çin'in yüzde 4'ü bile yapmıyor. Ve bu zenginleşme nedeniyle, yoksulluk en üst boyutlara çıktı. Dünya Bankası, 170 milyon Çinli on sene içerisinde yoksulluktan kurtulduğu için kendini kutluyor -bu da yaşamak için günde sadece bir dolardan biraz fazlaya sahip olduklarını gösterir yani 0,80 Euro. Fakat hala bu sınırın altında 160 milyondan fazla insan yaşıyor. Ve halkın yarısını oluşturan nüfus, günlük 2 doların altında yaşıyor.

Elbette, Mao yönetimi altında, Çinli köylüler, altın içinde yuvarlanmıyorlardı. Fakat toprakları olduğu sürece, öyle yaşayabileceklerini umuyorlardı. Bugün toprak, zenginleşmenin ve vurgunculuğun nesnesi haline geldi -bazıları ona fazlasıyla sahip olurken diğerlerinde azalıyor. Kırların büyük bölümü, Çin nüfusunun yarısına yakını, yani aşağı yukarı 600 milyon kişi tarımla geçiniyordu. Daha doğrusu, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Bugün her köylü ailesi ortalama 0,65 hektar, aşağı yukarı bir bahçe büyüklüğünde sulanan toprak işletir ve bu bir ortalama. Ve 60-80 milyon arası köylü de topraksızdır ve köylülerin bir çeyreğinden fazlası da yılın sadece bazı dönemlerinde çalışıyor. Şehirlere doğru göçün sebebi de buradan gelir. Ve bu sel hiç de kuruyacağa benzemez, çünkü köy ve şehir arasındaki uçurum gitgide derinleşir. 1984'te, köylerde kişi başına düşen gelir, şehirlerdeki gelirin yüzde 60'ına denkti; bu bugün sadece yüzde 30'larda. Yani şehirlerdeki 850 €'luk yıllık ortalamaya karşılık, köylerde bu yalnızca 260 €'dur. Ve hâlâ bu ortalamalar hızla ilerleyen önemli eşitsizlikleri gizler. Gelişmiş ve çağdaş Çin'in vitrini olan Şanghay'da, yıllık ortalama gelir kesinlikle 5 bin doların üzerinde değil; fakat Anhui gibi kırsal bir taşrada 63 milyon insan, kişi başına yedi defa daha az bir gelirle yaşıyor. Ve hatta bazı fakir taşralarda bunun da yarısından az bir gelirle yaşıyorlar.

Kamu hizmetlerinde bozulma

Kamu hizmetlerinin bozulmasıyla eşitsizlik daha da güçlendi. Birçoğu, eğitim ve sağlıkla ilgili altyapı kuruluşlarında olduğu gibi, zamanla özelleştirildi.

Eğitim

25 yıl öncesinde girişilen reformlara kadar, çocuklar gerçek bir korumacılıktan yararlanıyordu: Çalışma yasak, okul ve sağlık bedava. Bugün en yoksul bölgelerde, her beş çocuktan biri, 12 yaşında ilkokulu bitirmeden terk ediyor. Bir dereceye kadar eşitlikçi olan eğitim sistemi, 1986'da değiştirildi ve bundan böyle kazalara verildi. Resmen yasak olmasına rağmen, okul masrafları ortalama olarak on beş kat artmıştır. Okullar ailelere kayıt parası, kıyafet parası, gereçler, yemek, çay, taşıt ve sınav paralarını ödetiyor, bu da eğitim masrafları tutarının yüzde 45'ini oluşturuyor, hâlbuki önceden bütün bu masraflar devlet tarafında karşılanıyordu. Şehirde, durumu iyi tabakalar, evlatlarına kaliteli bir eğitim imkânı sunabiliyor. Köylerde, temel öğretim bile bir lüks haline gelirken, orta öğretimden hiç bahsetmeye bile gerek yok. Ortalama olarak sadece iki çocuktan biri ortaokula gidiyor (12 ile 15 yaş arası) ve on taneden biri liseye gidiyor (15 ile 18 yaş arası). Ve en fakir bölgelerde, eğitim masrafları karşılanaz seviyeye çıktı. Ülke çapında ilkokul sayısı 25 yılda nerdeyse yarıya indirildi, fakat öğrenci sayısı sadece yüzde 11 civarında azaldı. Okulların azalması, haftayı pansiyonlarda geçiren öğrenci sayısının artmasına sebep oluyor, bu da öğretim masraflarını arttırıyor. Çin şu anda, yıllık iç gelire oranla, dünyada eğitim için en az harcama yapan ülkelerden biri. Bununla birlikte toplumun öbür tarafında, Pekin'e yakın liselerde kayıt ücretlerinin 8 bin ile 20 bin arasında değiştiği, anaokulundan üniversiteye kadar olan özel okullar çoğalıyor. Bugün bu gibi okul sayısı yüz bin civarında yani nerdeyse on okuldan biri bunlardan. Zenginler için kaliteli özel eğitim sistemi yürürlüğe girmiştir.

Sağlık ve sağlık sigortası

Köylerdeki sağlık sistemine gelince, ödemeli hale geldi ve fakirleri sağlık hizmetlerinden yoksun bırakan bu işin kârsız yönleriyle hiç ilgilenilmiyor. Muayene ve ilaç gibi masraflar kişisel hesaplara bağlandı ve bu hastanın yükümlüğünde. Sigorta tarafından sadece yüzde 10 ile 30 arasında ödeme yapılıyor. Resmi bir rapora göre, Çin nüfusunun yarısı ödeme güçlüğünden dolayı hasta olduklarında doktora gidemiyor. Aynı zamanda özel hastaneler ortaya çıktı ve finansman olarak özerkleşen devlet hastanelerinin, doktorların ve personelin yararlandığı kâr hedefleri var artık. Tehlikede olan birine yardım edilmemesi alışılmış bir hal ve gazeteler; doğurmak üzere olan kadınları, ağır yaralıları, hemen sonrasında sokakta ölen hastaları reddeden hastane haberlerini veriyor. Eski emeklilik ve hastalık sigortası sistemleri yok edilmiştir. Yalnızca emeklilerin üçte biri düzenli olarak emekli ödeneklerini alıyor. İşsizlik yardımları verilebiliyorsa eğer, miktarları zaten çok gülünç düzeyde. İşsiz milyonlarca Çinlinin ayakta kalması, aile ilişkileri ve kendi aralarındaki yardımlaşmaları sayesindedir...

Şehir yoksulluğu

Ülkedeki şehirlerde, işsizlik arttı. Son yıllarda, on milyonlarca insan işten çıkarıldı. 1996 ile 2003 yılları arasında, 113 milyon işçi çalıştıran devlet şirketleri, 45 milyona yakın işi kapattılar ve çok daha yoğun olarak işten çıkarmalar yapıldı. Aslında bu şirketlerin üretimde sadece ekonomik rolleri yoktu, aynı zamanda; emekliliği, sağlık sigortasını, işçilerinin lojmanlarını garanti altına alan önemli sosyal bir rol de oynuyorlardı, yani "demir pirinç kabı" idiler. Bir fabrikanın kapatılması işten çıkarılan işçiler için yalnızca ücretlerini kaybetmek anlamına gelmiyor aynı zamanda, sosyal güvencelerini ve hatta lojmanlarını da kaybetmiş oluyorlar. Mançurya gibi geleneksel sanayi bölgeleri tamamen felakete uğramış, şehirler mahvolmuştur. Örneğin, Dakinq büyük petrol şirketi, 2000'in sonuyla 2002'in ortaları arasında 300 bin işçiden 80 binini işten çıkardı. Birçok hikâyenin arasından bir tanesi daha çok şehirlerde kendini gösteren bu sorunları iyi açıklar. Kuzeydoğuda, Hebei'de bir petrol şirketi 2000 yılında işçilerinden 30 binini işten çıkarır. 2005 Ağustosunda, bazı işçileri yarım gün çalıştıracağını ilan eder. Boşanmışlar, özellikle bekâr anneler, her şeyden yoksun işe alınmakta öncelikli olacaktı. Bunu izleyen günlerde bu düşük ücretli iş için bu imkânı kullanabilmek için diye yüzlerce çiftin, bazen sarmaş dolaş olarak boşanmaya gitmesi için daha fazlasına gerek yoktu.

Şehirlerde fakirlik, daha çok yoksulluk yüzünden köylerden göç etmiş 120-130 milyon "mingong" denen göçmenleri vurdu. Göçmenlerin çoğu kadın ve çocuk. Şehirlere gelir, gar gar gezen, evsiz barksız kalabalıkları oluştururlar, onlara "çalkalanan nüfus" adı verilir. Bazı kazaların yönetimleri dilenme izin belgesi çıkarır (yıllık 10 Euro). Mingong'ların çoğu, kendilerini büyük şehirlerin meydan ve sokaklarına bırakarak yaşarken şantiyelerde ve atölyelerde geçici işlerden garantisi olmayan işlere koşarlar. "Hukou" denen oturma izninden yararlanamazlar. Hukou, kişileri doğum yerlerine bağlar ve yer değiştirmek çok zordur, çünkü yönetim kırsal göçü önlemeye çalışır. Yalnızca oturma izni olanlar resmi işlere, kamu kuruluşlarına girmeye, çocuklarını okutma, bir ev satın almak için kredi alma hakkına, işten çıkarılma durumunda tazminat hakkına sahiptir. Göçmenlerin ve geçici işlerde çalışanların gittikçe artan, yani Çin işçi sınıfının çoğalan bir kısmı bu tip haklardan yoksundur. Örneğin, 30 binden 10 milyona yükselen nüfusuyla, şampiyon şehir Shenzhen'de, yalnızca 1,6 milyon insan "hukou" ya yani oturma hakkına sahiptir, kalan diğer kısım "mingong" denilen iç göçmendir.

Diktatörlük içindeki çelişkiler

Çin rejimi, Mao yönetiminde acımasız bir diktatörlüktü ve öyle de kaldı. Ekonomik değişmeye hiç bir demokratikleşme eşlik etmedi. Ülkenin her yerinde geniş bir baskıyı başlatan, binden fazla kişinin ölümüne neden olan, 1989 Haziran'ında Pekin'de Tienanmen Meydanı'nda göstericilerin ezilmesi, iktidarın hoyratlığının en gözebatan yanı oldu. Bugün, dile getirilen hoşnutsuzluklar her zaman çok şiddetli bir şekilde bastırııyor.

Ülke, ölüm cezalarında dünya rekorunu elinde bulunduruyor: Her yıl en az on bin kişi. Resmi olarak kan davaları, esrar kaçakçılığı hedeflenmiştir fakat aynı zamanda; vergi kaçakçılığı, ahlaki bozulma, kaçakçılık, bilgi korsanlığı ve panda öldürmeye kadar uzanmıştır bu iş. Suça karşı güncel kampanyanın adı "güçlü vurmak"tır. 1984'te başladı ve 1996'da şiddetli bir şekilde tekrar ortaya atıldı. Güya suçların çoğalmasıyla ilgiliydi. Amnesty International'e göre o dönemde bir ayda 300 bin kişi yakalandı ve bunlardan 4 bini idam edildi. Gerçekte, her zaman olduğu gibi, kamu hukukunda suçların cezalandırılması bir yerde politik özgürlüklere getirilen kısıtlamaları gizler ve kolaylaştırır. İşkence ve kötü muamele alışılmış bir olaydır. "Laogai", "işle tekrar eğitim" adında, en az bin kamplık büyük bir ağıdır, yani "kürek cezası". Milyonlarca tutuklu çok zor koşullarda her gün on saat çalışmak zorunda ve surat ekşittiklerinde cezalandırılır, dövülür ve işkenceye uğrar. Tıpkı SSCB bürokrasisi döneminde olduğu gibi, sağlık nedenleri bahanesiyle, politik muhalifleri kapatmak için psikiyatri hastaneleri kullanılır. Yerel veya ulusal iktidara karşı örgütlenenler de baskının kurbanlarıdır. İşçi, sendikacı, demokrat militanlar, kamu mallarının eski sahiplerine geri verilmesine; lojmanlardan atılmalara karşı olanlar, AIDS kurbanları dernekleri, ulusalcılar veya Tibet dincileri ve daha az tanınan ulusalcılar, Sincan Uygur özerk bölgesi Uygurları (ülkenin kuzeybatısında küçük bir etnik grup), Fa Lun Gong dini mezhebinin üyelerine kadar, içlerinden binlercesi işkence altında öldü. Baskı, en temel karşı çıkma tarzlarını bile hedef alır.

Bununla birlikte her şeye rağmen, köylüler savaşır. Bu mücadeleler, farklı nedenlerden dolayı ortaya çıkar, fakat her zaman zorla topraklarından atılmaya, hatta bazen köylülere karşılığında hiçbir ödeme yapılmaksızın toprakların ellerinden alınmasına kadar götürülür. Daha çok bu dışlanmalar, özellikle şehirleşen bölgelerde, kârlı bir istimlakın şu veya bu sanayi projelerinin gerçekleşmesi için yapılır. Böylece yaklaşık 34 milyon çiftçi, 1987 ve 2001 yılları arasında topraklarının bir kısmını veya tamamını kaybetti. Yangtze ırmağı üzerindeki üç boğazlar barajı buna örnektir. 1,2 milyon yerlinin yer değiştirmesine, 140 tane şehrin ve 300 köyün yok olmasına neden olacak. 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları hazırlıkları, ani el koymalara fırsat verdi, mahalle sakinleri dışarı atıldı ve evleri yerle bir edildi. Resmi rakamlara göre, yasal olmayan 80 binden fazla toprağa el konulması olayı 2004 yılında gerçekleştirilmiştir. Ve her hafta, köylülerle yerel devlet güçleri arasında çatışmalar olur -resmi olarak, 2004'te 3,5 milyon insanı bir araya toplayan 74 bin gösteri, hareketlilik ve protesto gerçekleşmiştir. Örneğin, 2005 Haziran başında, Hebei adındaki bir köyde, dışlama emrine itaat etmeyi reddettikleri için, 200 kişilik bir çete tarafından 6 kişi öldürülmüş, 50 kişi de yaralanmıştır. Böyle milislerin kullanımı yerel iktidarların alışılmış pratiğidir. 2005 Temmuzunda, fiyatların fişek gibi yükseldiği Guangdong (Kanton eyaletinde) kırsalında bir köy civarında binlerce köylü, buldozerler tarafından düzeltme operasyonlarını engellemeyi dener ve 7 bine yakın köylü 1992'de başlamış olan bu süreç çerçevesinde dışarı atılır. 6 Aralık 2005'te, Kanton'a yakın Dongzhou'da yüzlerce köylü, kendilerine karşılığında yeterince ödeme yapılmaksızın toprakları üzerine bir elektrik santrali kurulduğunda, gösteri yapmışlardı ve polis kalabalığın üzerine ateş açmıştı. Resmi rakamlar göre 3, köylülere göre de 30 kişi ölmüştü. Daha başka yerlerde, binlerce göstericinin yerel jandarmaya karşı günlerce direnmesi çevreyi kirleten fabrikaların kapanması içindi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, yayılan pazar ekonomisi; kanla, soygunla, baskıyla yolunu çizer.

Sosyal patlama risklerine karşı, Çin yöneticileri ihtiyatlı. Devlet ekonomisinin parçalanmasını dikkatli adımlarla gerçekleştirdiler. Elbette, burjuvazi her şeyin daha çabuk gitmesini isteyecekti. Sosyal felaketler pahasına da olsa, ekonominin bütün ağır toplarını veya olmaya eğilimli olanları, utanmadan sıkılmadan paylaşabilmeyi ister. Bütün sosyal yardımları, bütün engelleri, çıkarının olduğu yerlerde havaya uçurmaya hazırdır. Fakat Çin devlet yönetimi, yuları yavaş yavaş bırakıyor. Çünkü o bilir ki, yıkılacak olan, düzenin tamamıdır.

Genelleşmiş talanın, ayrıcalıklıların dayandığı dalı kestiğinde, vazgeçilmez uzun vadeli yatırımlar, anlık kâr için heba edildiğinde, Çan Kay Şek rejimi altında neler olduğunu devlet yönetimi çok iyi biliyor. Hatta burjuvazinin genel çıkarları için, Pekin iktidarındaki adamlar birilerinin açgözlülüğüne bir kaç fren koyarlar.

Emperyalist dünyanın yöneticilerine gelince, Çinli yöneticilerden bu hesaplı gidişattan daha fazlasını istemezler. Bir bakıma, olayların Rusya'dakinden daha iyi ilerlemesinden gayet memnunlar. Zaten bunun için diktatörlüğe göz yumuluyor; yürürlükte olan ekonomik değişikliklerle yaratılmış büyük ölçüdeki gerginliklere hangi noktada izin vermesi gerektiğini biliyorlar. Çin devleti yoksullarını tutmasını bilsin ki, Batılı tekeller onları utanmadan sömürsün!

Yeni bir süper güç mü?

Çin'de meydana gelen değişikliklere gelince; Batılı kapitalistlerin heyecanının temelini oluşturan şeyin ne olduğu ortada zaten: Onun uyanışını övdüklerinde, kendilerini sevindiren, kalabalık Çinli yığınları sömürme imkânlarıdır gerçekte. Ve sonra, kapitalizm için burjuva yorumcularının heyecanı var. Onları dinlerken, bir Üçüncü Dünya ülkesinin zengin, çok zengin olsun diye ve en ileri ülkeler seviyesine gelsin diye pazara girmesi yetecekti.

Bilgiç bir şekilde Çin'in dünya pazarını doldurup taşıran büyük bir ekonomik güç olacağının öngörülmesi yeni değil. Bundan epey önce, önemli bir iktisatçı şöyle yazıyordu, "Çinliler çok çabuk birinci sıra üreticileri olacak ve de Avrupa büyük sanayi uluslarının sosyal rejiminin üzerine dayandığı uluslararası denge, bu yeni büyük ülkenin sınırsız, anormal, ani rekabetiyle" şiddetli bir kopuş ile tehdit edilmiş oluyordu. Bu 1901'deydi ve o zaman ona Amerika ve hatta Fransız ulusal meclisinde bile ciddi bir şekilde tartışılan "Sarı Tehlike" deniliyordu. Böyle denilmesi aslında çirkin bir şekilde ırkçı ama bugün, Çin'i yeni bir süper güç olarak gösteren birçok güncel yazılarda da benzer düşünceler, farklı şekilde mevcut.

Çin'den kapitalist büyük bir güç yaratan bu saf tablo -kâbus gibi de denilebilir- emperyalizm açısından bağımlı gelişmeyi büyük bir sessizlik içerisinde geçiştirir.

Çin, zengin ülkelerin atölyesi

Çin 2003'ten beri, yabancı yatırımlar açısından Amerika'nın önünde dünyada birinci. 1986'da oraya yerleşmiş çok uluslu şirketler, Çin ihracatının yüzde 2'sini gerçekleştiriyordu; bugün onun yarısını gerçekleştiriyorlar ve devlet gelirlerinin yüzde 20'sinden fazlasını sağlıyorlar. Yabancı yatırımlar çoğalmasına karşın halka getirisi çok daha mütevazı gözüküyor. Mesela Brezilya'dakinden dört defa daha az. Fakat gerçek sorun, yatırımların sayısında değil, neye yaradığında. Çünkü büyük bir bölümü tamamen uluslararası pazara yönelik bir üretimi geliştirmeye yarıyor. Büyük yabancı şirketlerin Çin'de fabrika açmaları, üretim için gerekli malzemeleri daha sonra üretilen malın tamamını, sermayenin geldiği ülkeye veya başka pazarlara doğru ihraç etmek için ithal etmeleri biçiminde olur. Parçaları getirtmek Çin ithalatını yükseltiyor ve geri giden üretim de, Çin'den büyük bir ticari güç yapan istatistikleri şişirerek ihracatı yükseltiyor. Fakat bunun ülke gelişimine katkısı olmuyor.

Emperyalizm karşısında Çin'in bu bağımlılık ilişkisini göstermek için, bir örnek verebiliriz. Yılda milyonlarcası çok kısa sürede satılan Wanda adındaki bilgisayar faresi örneğin. Kâğıt üzerinde 4 bin işçi tarafından Şanghay yakınlarındaki Suzhou'de üretilen Wanda, Çin malıdır. Fakat aletin kendisini oluşturan optik sistemi ve püs'ü -küçük alıcı sistemin metali- Amerikandır. Onu tasarlayan, üreten, pazarlayan Kaliforniya'da yerleşmiş Logitech şirketi, İsviçre ve Amerikalıdır. Bu fare 40 dolara satılıyordu, üstelik sadece 3 dolarını Çin'e veriyordu, hatta bu sadece ücretler için değil; aynı zamanda, elektrik, ambalaj giderleri, nakliye gibi diğer masraflar için de. Üretimin yapıldığı fabrikada işçilerin büyük çoğunluğu, aylık 75 dolar ödenen ve fabrikada yatan genç kadın işçilerdir. Bu fare -ve yüzlerce binlerce mal aynı yolu izler1- işin uluslararası bölümünde Çin ekonomisinin bugünkü durumunu gösterir: Birleştirici konumu, el emeğinin çok fazla, fakat aynı zamanda çok basit olduğu montaj atölyelerinin durumu, ama diğerleriyle rekabete girebilecek kapitalist bir gücün durumu değildir. Gerçekte Çin, azgelişmişliğin klasik sürecine kayıtlı: İşletmeciliği ve kârın zengin ülkelere ait olduğu üretimde sadece bir aşamadır. Çin işçilerinin sömürüsünün gerçek yararlanıcıları her şeyden önce yabancı çok uluslu şirketlerdir2.

Bütün bunlar Çin'i kapitalistler için bir pazara dönüştürmüyor, bir pazar oluşturmak için paraya sahip olmak, en gerekli şeydir. Az çok ayrıcalıklı ve birkaç on milyon kişi ile sınırlı olan bu sınıfta sadece bu para var. Batılı kapitalistler orada yatırım yaptığı sürece, ilgilendikleri pazar, ya bu pazar, ya da devletin bizzat kendisine ait olan pazardır. Batılı tröstlerin sürdürdüğü ticaret savaşında, önemli olan Çin Sivil Havacılığını kimin; Boeing mi, Airbus mi, Çin demiryollarının Alstom'sun mu, Siemens'in mi pazarı olacağını bilmektir.

Çinli kapitalist şirketlere gelince... Henüz etkin bir şekilde dünya pazarında kendilerini göstermeleri çok nadirdir. Patron basınında, sürekli beyaz eşya üreten Haier şirketine, TCL elektronik şirketine, Lenova bilişim ortaklığına (IBM in PC kolunu satın alan) övgüler yapılır. Ve bunların hepsi başlangıçta devlet tarafından finanse edilmiş ve hâlâ da öyle olanlardır. Dünya pazarında, bunlar genel olarak küçük çapta, büyüyememiş olarak kalır. Bazı gazetelerin başarılı olarak gösterdiği, Çin otomobil girişimlerine gelince, şüphesiz sayıları yüze yakın fakat bu, Çin ekonomisinin parçalara ayrılmasının bir göstergesi. Bu firmaların her biri ortalama olarak yılda 15 bin araba üretir, ama dünyanın en büyük on şirketinden her biri, bir milyondan fazla üretiyor. En büyük Çin üreticisi SAIC, Amerikan şirketlerinden bahsetmezsek, Renault'un cirosunun sadece yüzde 5'ine eşit bir üretim yapar. Çin'de her yıl üretilmiş 5 milyon arabanın çoğu, ortak şirketler tarafından üretilir, kârın büyük bir bölümünü cebe indiren, teknolojinin ve lisansların sahibi olan Batılı çok uluslu şirketlere bağlı aracı şirketlerdir.

Basın, Çin ihracatının nasıl fırladığından, bütün ülke ekonomisi için oluşturacağı devinimden ve Amerika başta olmak üzere Batı ülkeleri ile gerçekleştirilmiş büyük artışlardan çok bahseder. Çin ihracatı, 1990 ile 2003 arasında sekiz kat arttı ve yurtiçi gayrı safi hâsılanın yüzde 35'ini temsil eder. Fakat zengin ülkelerde yüzde 15'i geçmeyen bu oran, ilerlemenin ve zenginleşmenin bir göstergesi olmaktan uzaktır. Özellikle, bağımlı olduğu dünya pazarına göre Çin ekonomisinin zayıf durumunu ifade eder. Amerika, Avrupa ve Japonya eğer kendileri uçaklar, hızlı trenler, nükleer santralleri yani yüksek teknolojiyi ortaklaşa bile olsa satabileceklerse, tişörtleri, plastik küvetleri ve Çin oyuncaklarını, yani el emeğine dayalı sanayi ürünlerini pazarlarında kabul etmeye hazırlar. Kısacası, Çin çok işi daha az insan emeğine karşı değişir; bu ise gelişmişliğin kanıtından çok, az gelişmişliğin özelliklerinden biridir.

Amerikan iflasının finansmanı

Diğer taraftan Çin'in ihracatı bile her zaman Amerika'nın avantajına. Hiç kuşku yok ki, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerde, Çin ticaret fazlalığı olan bir güç. Çin şirketleri, Amerikan şirketlerinin Çin'e sattığından beş misli fazlasını Amerika'ya satıyor ve Çin, çok önemli döviz kaynaklarına sahip. Fakat bu dövizi ne yapar? Çin, çok düşük bir getiriyle ve dünyadaki diğer insanların sırtından Amerika'nın krediyle geçinmesine izin veren Amerikan Devlet Hazine'sinin ünlü bonolarının baş alıcılarından biridir. Bir Amerikan üniversite mensubu, Çin'in sırtından Amerika tarafından gerçekleştirilmiş çıkarları söyle özetler: Çin der, "çok düşük katma değerli milyarlarca mal üretir, fakat bu hacim olarak yaratılmış bir mucizedir, değer olarak değil. Amerikalılar ucuz malları tutarlar, sonra Çinden çok ucuz faizle para alırlar. Aslında, Çin ticaret fazlasının esası Amerikan ekonomisini finanse eder. Ve devlet hazinesi bonolarının orada tüketimi desteklemesine izin verdiği ölçüde, diyebiliriz ki Çin işçilerinin sömürülmesiyle savrulan paranın bir kısmı, sonuçta Amerikan tüketicilerine, Çin'de üretilmiş daha çok malları satın almalarına olanak sağlar."

Az gelişmiş olarak kalan ülke

Bütün röportajlarda, dünyanın birinci limanı, gökdelenleri, cep telefonları, ultra modern görünen 17 milyon nüfusu, yanında Paris veya New York'un bir kır kasabası gibi kalacağı bir şehir olarak Şanghay abartılır. Fakat gelişen bir kaç şehrin yanında, tamamının Ortaçağı aratmayan bölgelerini ve Çin'in çok büyük bir ülke olduğunu da unutuyoruz. Bu otuzlu yıllarda da aynıydı. Asya'nın finans merkezi Şanghay, olağanüstü bir şehir gibi gösteriliyordu, bununla birlikte yirmi-otuz kilometre ötede toplum tamamen feodaldi. Sadece birkaç modernlik örneği, geri kalmışlık ve yoksulluk okyanusunu zengin bir kıtaya dönüştürmüyor, tam tersine geri kalmışlığın özelliklerinden biridir. Örneğin, ülkenin tamamında ortalama olarak 65 Çinliye sadece bir araba düşer. Karşılaştırma yaparsak, Fransa'da iki kişiye bir araba düşer, bu da Çinlilerin bisiklet için düşen ortalama rakamına denktir.

Gerçekte Çin, her zaman az gelişmiş ülkeler durumuna bağlı benzer bir çelişkide. Ve böylece uluslararası iş bölümünde yerini alır, fakat gelişmiş dünyanın arka vitrini olmak içindir ki, orası bir parça ekmek için şirket sahiplerinin zenginleşmelerine izin verenlerin çok zor koşullarda çalıştığı yerdir. Çin bir yüz yıldan beri aynı çıkmazda. Öncekinden daha mı fazla ihraç ediyor? Böylece emeğini yağmalatıyor, yabancı yatırımlara kucak açıyor? Ülkenin gelişmesi için hiç bir hedefi olmayan, onu sadece yağmalayan çok uluslu şirketlerin çıkarları içindir. Dünya Ticaret Örgütü'ne mi girer? O zaman onun kurallarını kabul etmek, iç pazarını ithalata açmak, taklitle çalışmak yerine, Batılı lisansları satın almak zorundadır. Bilim adamları mı yetiştiriyor? Belki onlardan bir kısmını elinde tutabilir fakat her durumda en iyileri Amerika'ya veya Batılı çok uluslu şirketler için çalışmaya gidecek. Dışarıya açılarak, dünya ticaret kanunlarını kabul ederek Çin, kendisinin kanatılmasına, kaynaklarının yağmalanmasına, el emeğinin sömürülmesine izin verir. Geniş bir iç pazar olmaksızın, sağlam bir sanayi kuramaz. Dünya pazarına ve sonuçlarına bağımlı ekonomisi kırılgandır.

Sadece zengin bir Çin azınlığı orada yerini bulabilir, tam da öyle. Fakat aşikâr olan, proletaryanın aşırı sömürüsünün, halkın büyük yığınları için zorlukların ve artmış eşitsizliklerin temeli üzerine kurulduğudur.

Çin proletaryası

Çin işçi sınıfı, Batılı kapitalistlerin açgözlülüğünün yerli burjuvazininkiyle rekabete girdiği çılgınca bir sömürüye maruz kalır. Daha çok sendikalar ve Hong Kong veya Amerika'daki göçmen dernekleri tarafından yayınlanmış bilgilere ulaşılabiliyor ve bunlar sadece Çin işçi sınıfının koşullarının bir kısmını yansıtıyor. Bu koşullar bile az isyan ettirici nitelikte değil.

19. yüzyıl çalışma koşulları

İhracata yönelik yeni fabrikalarda çalışanların büyük çoğunluğu genç kadınlar. Bu fabrikaların birçoğu 25 yaşın üstündeki kadınları çalıştırmayı reddederken 16 yaşın altındakileri çalıştırmaya hayır demezler. Ekonomik rakamlardaki artış ücret artışıyla ifade edilmez. Bir Kanton kırsalı patronu, oraya gelmiş Fransız sanayicilerine şöyle övünür: "On seneden beri ücretler kıpırdamadı. Ayrıca gelecek on yıl içinde artışa ihtiyaç duyulacağını düşünmüyorum". Ve gerçekten merkez bankasının bir raporuna göre, bu Kanton bölgesinde, ilk olarak özelleşen Guangdong'da on senede ücretler fiyatlardan -ayda ortalama 60 ile 80 € arasında- çok daha az artmıştır. Şanghay gibi diğer bölgelerde, ücretler biraz daha yüksek, fakat hayat oralarda daha pahalı. Merkezde ve ülkenin batısında işçi ücretleri çok daha düşük ve buna ödenip ödenmemesini de eklemek gerek. Böylece, yalnız göçmen işçiler için ödenmeyen ücretler, ortalama iki aylık ücrete ulaşır.

Tabii ki, çalışanların güvenliği sömürenlerin umurunda bile değil. Hiçbir yerde güvenlik yok, fakat işçilerin günlük hayatı en çok Çin'in üretiminde dünyada birinci olduğu kömür madenlerinde sürekli tehlike altında. Madenler her yıl resmi rakamlara göre 6 bin işçinin ölümüne neden olur, fakat gerçek rakamlar 20 bine yakın. Özelleşmiş madenlerde çalışan göçmen işçileri, eğer kimse ölüyü istemeye gelmemişse, resmi olarak hesaplanmıyor. Bu kazalar tesadüflere bağlı değil, sadece kâr açgözlülüğünden kaynaklı. Özelleşmiş Çin madenlerinin birçoğunda, büyük çoğunlukta madenciler, asgari korunma olmaksızın, uygun malzeme kullanmaksızın, asansörsüz maden ocaklarına inerler ve hatta orada yerde uzanarak çalışırlar. Bir örnek verecek olursak, 14 Şubat 2005'te, bir patlama 213 işçinin ölümüne neden oldu. Madende çalışma koşulları için izin verilen gaz yoğunluğu bir kaç günden beri sınırı geçmişti ve bazı madenciler madene inmek istemiyorlardı. Kendilerine, ücretlerinden fazla olan, 10 €'luk günlük ceza uygulayan patronları tarafından buna mecbur bırakıldılar. Çoğunlukla, güvenlikten sorumlu müfettişler, kaza risklerine göz yuman, bozulmuş, mal sahipleriyle ortak, yerli memurlardır. Buna ek olarak, yıllık on binlerce insanın silikoz kaynaklı ölümlerinin hesabını yapamazken, Dünya Sağlık Örgütü, daha on sene öncesinde 24 bin sayıyordu.

Resmi istatistiklere göre, şirketlerde haftalık çalışma süresi ortalama 50 saattir. Fakat birçok durumda günler, haftalık izin kullanmaksızın, 12 saat ve üzerinde. Kadın işçiler çoğunlukla atölyelerde bitişik yatakhanelerde yaşar. "Üçü bir arada" denilen şirketler çoğaldı; aynı binada, atölye, depo ve yatakhane birlikte bulunur. Batılı şirketler, Çin proletaryasının aşırı sömürüsünde son sıralarda değiller. Geçen Ağustos ayında gizli olarak çekilmiş bir film, gözleri maskeli olarak çalışma koşulları üzerine konuşan işçileri gösteriyordu. Hung Hing şirketinin işçileri, özel ekonomi bölgelerinin en önemlisi olan Shenzhen fabrikasında Disney için çocuk kitapları üretiyor. Bu şirketin üç fabrikasında yaklaşık 12 bin işçi, daha doğrusu çoğunlukla kadın işçiler, haftada 70 saat çalışıyor. Onlara parça başı ödeniyor. Konuşan işçiler, güvenliksiz baskı makinesinde çalışan, elleri yaralı ve bantlıydı ve burada iş kazalarının güncel olduğunu anlatıyorlardı. Onlardan yarısı, fabrikanın yatakhanesinde bedava yatıyorlardı; diğer yarısı daha az şanslıydı, çünkü yarım saatlik yol giderek 60 €'luk ücret üzerinden 10 €'sunu barınmak için harcamak zorundaydılar. Disney için çalışan diğer bir fabrikada, haftada 7 gün üzerinden çalışma günü 13 saat. Şirket üç ay olan resmi doğum iznini vermekten çok, hamile kadınları istifaya zorlar.

Dünyanın en büyük şirketi, Wal-Mart mağaza zinciri, sattığı ürünlerin çoğunluğunu Çin'den ithal ediyor; 6 bin üreticisinin yüzde 80'i Çin'de, bu da Amerika'ya yapılan Çin ihracatlarının sekizde birine düşüyor. Wal-Mart için üretim yapan bir oyuncak fabrikasında, Kasım ve Aralık aylarında yüksek sezon boyunca, iş günü haftada 7 gün üzerinden, saat 7.30'da başlar, saat 22.30'da, gece yarısında, hatta sabahın 03.00'da sona erer. Bu fabrikalar Avrupa'da sanayi devrimi sırasında yaygın olan ve Çin'de genelleşmekte olan yaptırımları ve para cezası sistemini uygular. On dakikalık bir gecikme için, yarım saatlik ücret kesilir; bir gün işe gitmeme karşılığında, üç günlük ücret kesilir ve üç gün işe gidilmediğinde kalan ücret ödenmeksizin işten atılma söz konusudur.

İşçi mücadeleleri üzerine

Bu gerçeklerin açıklanması Amerika'da skandal yarattı, fakat bunlar çokuluslu şirketleri aynı şirketlerden beslenmeye devam etmesini engellemedi. Fakat Çin işçi sınıfı, Batılı şirketler tarafından ikiyüzlüce hazırlanmış "iyi hal ilkeleri" üzerine hesap yapmıyor. Birçok durumda dövüşüyor.

Koordinasyonsuz, parçalanmış görünen ve bazı basın ajanslarının bize ulaştırdığından başka bir şey bilmediğimiz, yeni doğmakta olan işçi hareketini göklere çıkarmak söz konusu olamaz. Yalnızca sanayide 100 veya 120 milyonluk üyesiyle, Çin işçi sınıfı sayısal olarak dünyada en güçlü olanı. Ve biz komünistler için, bu işçi sınıfının bir bölümünün bile kavga ediyor olması, bir gelecek teminatıdır, ülkenin içinde bulunduğu değişikliklere bakacak olursak geleceğin gerçek ve tek teminatıdır.

Birkaç yıl önce 2002'de, büyük devlet şirketleri tarafından işten atılan işçiler büyük mücadeleler yürüttü. Dakinq'de, Çin'in kuzeyinde, ülkenin en büyük petrol kompleksinin bir bölümü özelleştirildi ve 80 bin işçi işten çıkarıldı. Aylar boyunca, on binlerce işçi "iş ve yiyecek" çığlıklarıyla, şirketin söz verip de hiçbir zaman ödemediği işten çıkarılma tazminatlarını ve hapse atılanların çıkarılmasını haklı olarak istemek için gösteriler yaptı. Hareket, başka petrol merkezlerine doğru yayılmaya başlamıştı. 2002'nin ilkbaharında, benzer gösteriler Pekin'in kuzeyinde, Liaoyang'da meydana geldi. Daha yakın bir tarihte, geçen Ekimin 7'sinde, ülkenin merkezinde, Chongqinq'te, yöneticilerinin şirketin kasasını boşalttıktan sonra iflasa gitmiş çelik fabrikasının kapatılmasına karşı iki bin işçi gösteriler yaptı. Fabrikanın, kendilerine 200 € ile tazminatlarını ödemesini istiyorlardı. Polis onların üzerine yürüdü ve ikisini öldürdü.

Grevler ve gösteriler, özel şirketlerin, daha çok da ihracata yönelik fabrikaların işçilerini kapsıyordu. Mücadeleler, her zaman aşırı sömürülmeye bağlı, insanlık dışı çalışma saatlerinin, gecikmiş, ödenmeyen ücretleri, güvencesiz çalışma koşulları, hakaretler, ustabaşının işçileri dövmesi, düşük ücretler gibi farklı sorunlar üzerinde patlak veriyor. Örneğin 2004 Temmuzunda, "Gold Peak" (Altın Tepe) adlı Hong Kong şirketine bağlı olan, bir pil fabrikası işçileri, aralarından 370 kişinin kadmiyum ile zehirlenmesine karşı mücadeleye koyuldu. Zarara uğrayan işçilere tazminat ödenmesi ve tedavileri için bir fon ayrılması gibi bir takım haklar kazanıldı. Diğer örnekler: Stella'ya ait iki fabrika. Nike ve diğer büyük markalar için ayakkabı üreten bir Tayvan şirketi, işçilere anlaşmanın altında ödüyordu. Bu ücret düşüşüne karşı, 21 Nisan 2004'te, yaklaşık bin işçi makineleri kırdı, ustabaşlarına saldırdı ve başka bir fabrikada da 3 bin işçi aynı şeyleri yaptı. Karşı isyana özel polis gücü müdahale etti ve 10 isyan çıkarıcısı yakalandı ve birçoğu yıllık hapis cezasına çarptırıldılar ve onlarca işçi işten çıkarıldı. Bunlar gibi daha birçok örnek verilebilir.

Şüphesiz bu grevler, çoğunlukla belli sınırlar ve dar hedefler içinde kalıyor. Fakat mücadeleler gitgide özgür sendikaların ve işçi örgütlerinin oluşumu için patlak veriyor. Bir Çin atasözü şöyle der: "Bir çubuğu kırmak kolaydır, fakat on çubuğu kırmak demir kadar zordur". Yasal olan tek sendika, patronlara ve rejime tamamıyla bağlıdır ve grev hakkı tamamen yasaklanmadan 1982 Çin Anayasasından çıkarılmıştır. 2005 Nisanında, Shenzhen'de Wal-Mart için üretim yapan telsiz telefon fabrikasında, 10 bin işçi, özgür bir sendika oluşturma hakkı elde etmek için grev yaptı. Bu Uniden'deki durumun aynısıydı, 2004 Aralığında 12 bin işçiden 10 bini ücretler için greve başladığı Japon elektronik fabrikasında olduğu gibi. Onu izleyen aylarda, biri sendikanın oluşturulması dâhil değişik istemler üzerine 5 grev daha oldu. İşçiler, teknisyen ve kalifiye işçiler yönetiminde özgür bir sendika kurdular. Tabi ki orada da tutuklananlar ve hapise atılanlar oldu.

Şunu tekrar edelim, bu mücadelelerin önemini büyütmek söz konusu değil. Bunlar genelde dağınık, birbirinden kopuk ve yenilgiyle sonuçlanan mücadeler. Bazıları hemen yakın tarihte ortaya çıkan bu grevler, ödenmiyen tazminatlar için başlamış ve iyi tazminatları almaya götüren kadın ve erkek işçilere bazen olanak vermiştir. Meselâ, 2004 Sonbaharı olayı oldu. 7 bin işçi, özellikle kadınlar, Shenxi'de Xianyang tekstil fabrikasında, bütün işçilerin işten çıkarılmasına ve bir kısmının çok zor koşullarda tekrar işe alınmasına karşı grev başlatırlar. Grevciler, düşük ücretler ve tekrar işe alınan işçiler için deneme süresi konusunda yerel patrona geri adım attırmayı başardılar. Polisin tutukladığı yirmiye yakın grev yöneticisi de serbest bıraktırmayı başardılar.

Çin nereye gidiyor?

O halde sonuç olarak, Çin nereye gidiyor? Diyebileceğimiz şey, pazar ekonomisi için aptalca hayranları, geleceği müjdeleyenler, ne derlerse desinler, Amerika'yı geçmesinin uzak, çok uzak olduğudur. Eğer kapitalist Çin gelişirse, bu bir o kadar zengin bir ülke olması demek değildir. Dünya pazarıyla olan otuz yıllık bir kopukluktan sonra, bugün orada fethettiği yer, az bir şey karşılığında büyük bir el emeğini satan, az gelişmiş bir ülkenin yeridir. Diğer bir yığın Üçüncü Dünya ülkesi gibi bir ülke, tek fark, Çin nüfusunun nerdeyse dünya nüfusunun beşte biri oluşu. Yüzölçümü ve nüfusu ile büyük, buna karşın ne zenginliğiyle ne de ekonomik gelişimiyle büyük olmayan bir ülke.

Çin rejimi, az çok kontrol ettiği bir süreç içine girdi. Rejim, ülkenin Mao öncesi döneme geri dönmesini istemiyor yani, emperyalizm tarafından talan edilmesini istemiyor. Fakat bu tam olarak başka bir dönemin koşullarında olmakta olan bir şeydir. Devletin kapılarını kendisine geniş bir şekilde açtığı burjuvazi, otuzlu yıllara göre değişmedi. Hâlâ o derece gözü doymaz ve sadece ahlaki bozulmalarla devam etmiyor, aynı zamanda politik olarak da bozulma göstermeye devam ediyor. Mao tarafından kurulmuş bu devlet mekanizması, böylece sadece emperyalizm tarafından baskıya maruz kalmıyor aynı zamanda, Mao rejiminde az bile olsa ilerici olan her şeyi yıkmak üzere olan, git gide güçlenen bir Çin burjuvazisinin de baskısı altında kalıyor.

Bugün şimdiden bütün eski karmaşıklığın, devletin bütün kademelerindeki bozulmuşluğun, cinayetler de dâhil fakir köylü sınıfının hiç çekinilmeksizin soyulmasının tekrar belirdiği görülüyor, çünkü bütün bunlar birlikte yürüyor. 1946'dan itibaren, daha sonra da Maoist rejim altında kadın ve erkek köylülerin ayaklanması sırasında, büyük ilerleme yapmış olan kadınların koşullarının gerilemesinden nasıl bahsetmeyelim? Onun ötesinde, fahişelik, kadınların satın alınmasını ve satılmasının tekrar belirdiğini de görüyoruz. Müşterilerini doyurmak için, kaçakçılar tarafından, zengin bölgelerde fahişelik yaptırılan veya eş olarak bir kaç yüz euro'ya satılan, fakir bölgelerden gelen on binlerce, yüz binlerce kadın söz konusu. Ve kadından bahsettiğimizde, daha çok da, küçük kızlar söz konusu. Maoist rejim altında ciddi bir şekilde azaltılan kadın erkek arasındaki eşitsizlikler, yirmi yıldır yeniden çoğalıyor. Halkın yararlandığı güvencelerin, sağlık sisteminin, eğitim sisteminin kötüleşmesi, en fakirlerin yaşam koşullarının kötüleşmesi en çok kadınlar üzerinde ve hatta kırlardaki kadınlar üzerinde hissediliyor. Çocuk aldırmanın hatta çocuk katili olmanın kurbanları onlardır. Daha kötü beslenen, daha kötü tedavi olan, daha az eğitim gören ve şiddete maruz kalan gene onlardır. Dünyada intihar eden kadınların yarısı Çinli kadınlar.

Yerel burjuvaziyle işbirliği içerisinde olan yerel iktidarların, Çin'de yeni bir parçalanma yaratmak üzere olduğunu nasıl görmeyiz? Seksenli yıllardan beri yerel güçler, eyaletler düzeyinde ve hatta kazalar düzeyinde, gümrük duvarları yerleştirdi. Örneğin, 620 km'lik, kuzeyde Pekin-Harbin otobanında, 45 tane sürekli açık ve 120 tane sürekli açık olmayan gümrük büroları var. Bugün hâlâ, bir malı Kanton'dan ülkenin içine göndermek, aynı malı Kanton'dan San Francisco'ya göndermekten daha pahalıya gelebiliyor. Bu olayı sınırlamak ve ulusal büyük şirketlerin oluşmasında kaçınılmaz olan pazarın birliğini hedeflemek için merkezi devletin çabaları, sonuçlanmışa benzemiyor gerçekten. François Gipouloux adında bir ekonomist, şöyle yakınır, "Çin yönetim hiyerarşisini ne kadar yakından izlersek, yerel korumacılığı destekleyenleri ve onu parçalamakla görevli olanları birbirinden ayırmak bir o kadar zorlaşıyor".

Devlet bütün bunlara hangi ölçüde karşı koyma kapasitesine sahip? Onu hangi ölçüde yapmak isteyecek? Mao tarafından oluşturulmuş devlet örgütü, bir taraftan emperyalizme karşı mesafe koymaya, diğer taraftansa Çin burjuvazisine gem vurmaya izin veren bir örgütlenmeydi. Fakat bugün tam tersi bir rol oynayabilir ve yeniden burjuvazinin parazit taşıyıcısı olabilir. Örneğin bu Çin burjuvazisinin açgözlülüğünü, kâr için dizginlenmez koşusunu devlet araçlarıyla, devletin başındakilerin bizzat kendileri az çok kendisine bağlıyken, kolay paraya, devlet mallarının sistematik yağmalanışına, haraç almalara, hırsızlıklara ve bozulmuşluğa karışmışken, nasıl disipline edilebilir? Gelecek bunu gösterecek.

Kesin olan şey, kitlelerin bu gelişmeden sevinmemesi gerektiği, çünkü eğer Çin ayrıcalıklı sınıfı, Batı kapitalist pazarının çekiciliğine iyi bir giriş hakkı kazanırsa, bu köylülerin canıyla, işçilerin alın teriyle olacak.

Farklı olan tek gelecek işçi sınıfı tarafından temsil edilecek olandır. Burada çok iyi bildiğimiz bir şey var o da, işçi sınıfının büyük bir güce dönüştüğü ve daha da güçlü bir sebeple politik bir güce dönüştüğü bilinçli, örgütlü, Çin proletaryasının çıkarlarını savunan bir parti oluşturma kapasitesi olduğu anda geleceği dahi temsil edebilecek bir güç olduğudur. Geleceğin anahtarı da buradadır.

Notlar

1 Özellikle 1922'de Çin'e bıraktığı eski Alman sömürgesi Şantung kırsalı üzerindeki kontrol.

1 "Halk Kurtuluş Ordusu" sayısını 8 senede 6 binden 300 bine çıkarmış ve bu rakama 800 bin milisi eklemek de gerek.

1 Onu Yu Hua'nin "Yaşamak" adlı kitabında (Livre de Poche yayınları, 1994) ve Zang Yimou'nun aynı adlı filminde (1994) görmek mümkündür.

1 20 bin nüfuslu Antilles adalarında.

2 Uluslararası Af Örgütü

1 Başka bir örnek: Intel senede, Çin'de 50 milyon prosesör üretiyor. Fakat gerçekte Şanghay'daki fabrikası Amerika'daki Intel fabrikalarında üretilmiş silisyum parçalarını birleştirir ve test eder. Ve Şanghay'daki fabrika, Intel püslerinin katma değeri içerisinde sadece yüzde 5'lik bir değer taşır.

2 2003'de Amerikalı çok uluslu şirketler, büyük Çin'in 7 milyar dolarını ülkelerine geri getirdiler.