Kapitalist Ekonominin Krizi

إطبع
7 Kasım 2011

Bu yazı, Fransa'da yayınlanan lutte de classe dergisinin 140 numaralı sayısından çevrilmiştir.

Kapitalist dünya ekonomisinin bu yılki gelişimindeki en önemli olgu, mali krizle birlikte farklı biçimlerde ortaya çıkan kamu borçlarıdır. Özellikle avro krizi, borsalardaki çalkantılar ve banka sisteminin yeniden krize gireceği söylentileri, açıkça ve ikiyüzlü bir şekilde uygulanan enflasyonist siyasetlerin sonucu. Tüm kapitalist ekonominin ifadesi olan mali sektördeki çalkantılar krizi daha da büyüten bir etkendir. Resmi istatistikler bile ekonominin yavaşladığını söylüyor ve hatta sorumlular, durgunluk yaşandığı belirtiyor. Bu dönemle ilgili en anlamlı veriler tüm dünyadaki işsizliği gösteren grafiklerdir: Burjuva kurumlarından biri olan Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) bazen, 2007'nin sonunda emlak krizi şeklinde başlayıp halen devam eden krizin, 1929'daki kriz gibi şiddetli olabileceğinden söz ediyor.

Bir kez daha aynı siyaset izleniyor: Krizden kurtulmak için uygulanan yöntemler, yani Eylül 2008'de ABD'de Lehman Brothers'ın iflası ile banka sisteminde oluşan para kıtlığı sorununu çözmek için kullanılan çareler, bir bumerang gibi geri gelip mali sektörde yeni bir fırtına koparıyor. Devletlerin bankalara ve büyük kapitalist gruplara aktardıkları yüzlerce milyar, ekonomiyi mali sektöre daha da bağımlı kılıp kamu borçlarında çok büyük artış yarattı. Devletlerin bankalara ve büyük şirketlere yaptığı devasa mali yardım iki yıl boyunca onlara büyük kazanç sağladı. Hükümet çevreleri ve iktisatçılar, 2009 yılında, mali krizin etkisi nedeniyle, sanayinin önemli iş kollarında, örneğin otomotiv ve bilgisayar sektöründe, üretimde düşüşler olmasına rağmen ekonominin yeniden canlandığından söz etmeye başladı. Tabii ki onlar, olaya kâr odaklı bakıyorlar çünkü kapitalistler için belirleyici olan kârdır.

Mali sistemin kurtarılmasının bedeli

İşsizlik, kârın artmaya devam ettiği bu dönemlerde de artmaya devam etti. Ekonomideki artı değer artışı, sömürülen emekçi sayısındaki artışla değil sömürünün daha da yoğunlaşmasıyla oldu. Gerek üretim alanındaki gerekse mali alandaki kâr üretim sürecindeki sömürüden geliyor. Devletlerin bazı büyük şirketlere yaptığı mali destekler, örneğin otomobil sektörünü zor durumdan kurtardığı gibi büyük oranda kârı garantiledi. Örneğin Fransa'da devlet, Peugeot ve Renault'ya 6 milyar avro yardım yaptı ve üstelik yeni araba alımları için para teşvikinde bulundu. Ancak bu olay tüketimi hem geçici hem de sınırlı canlandırdı.

Devletler, mali sistemi kurtarmak için özel sektörün borçlarını üstleniyor. Ancak Ağustos 2011'de yeniden ortaya çıkan mali sektördeki fırtına, 2008'dekinden çok daha tehlikeli. Çünkü artık iflas tehlikesiyle baş başa kalanlar sadece özel bankalar değil aynı zamanda devletlerin de ardı ardına iflas etmesi gündemde. Yunanistan'ın iflas etmesi, diğer devletleri de iflasa sürükleme tehlikesini içerdiğinden, bu durum sadece Avrupa mali sistemi ile sınırlı değil.

Avro bölgesi mali fırtınaya yakalandı

Ekonomik kriz, önce 2007'de emlak krizi şeklinde ortaya çıktı. 2008'de banka krizine dönüştü ve şimdi mali kriz şeklinde Avrupa Birliği'ne sıçradı. Şu sıralar mali krizin merkezi avro bölgesidir.

Bu yazıda avro bölgesine karşı yapılan özel spekülasyon yöntemlerine ve özellikle de her gün yaşanan yeni gelişmelere değinmeyeceğiz. Sadece şunu söyleyebiliriz; spekülasyon, avro bölgesindeki boşluğu yakaladı. Çünkü devletler, ortak para oluşturmakla sınırlı kalarak farklı vergi sistemlerini birleştirmedikleri gibi para birimine merkezi müdahale yapabilecek ortak bir yönetim de oluşturamadı. Bu durum, spekülatörler için bir fırsat oldu.

Avro bölgesindeki siyasi yöneticiler ve mali sektörün hizmetindeki medya, avro ile ilgili sorunlardan dolayı Yunanistan'ı günah keçisi olarak gösterse de hepsi, ileride İtalya ve İspanya'nın ve hatta Fransa'nın aynı duruma düşebileceğini gayet iyi biliyor. Kamu borçları ile ilgili spekülasyonların dünyanın başka bölgelerinde de yapılmış olabileceğini (hatta spekülasyonun farklı şekillerde olabileceğini) söyleyebiliriz.

Aslında bugün, kamu borçları biçiminde ortaya çıkan kriz, daha önce sıra ile yapılan farklı spekülasyon krizlerinin (tahribatları farklı derecelerde olan yüze yakın spekülasyon krizi var) 1970'li yıllarından bu yana ortaya çıkan sorunların devamıdır. Bunlardan ilki İkinci Dünya Savaşı sonunda Bretton Woods'ta oluşturulmuş olan uluslararası para sisteminin çöküşüydü.

Halbuki Avrupa Birliği ve özellikle avro bölgesi, hem Avrupa'nın hem de ABD'nin büyük sanayi ve mali gruplarının yararınadır. Bugün bütün önemini görebildiğimiz, Avrupa Birliği'nin zaman içerisinde belirli bir parlamenter oluşum ortaya çıkaramaması, her şeyden önce ulusal pazar sınırları içerisine sıkışmış büyük şirketlere daha geniş bir ekonomik alan yaratmak içindi. Bu grupların mali faaliyetleri hem avro bölgesinin hem de Avrupa Birliği'nin temellerini yıkmaya başladı. Bu tamamen çelişkili bir durumdur.

Uluslararası ticarettin sarsıntıları

2009 aynı zamanda uluslararası ticaretin gerilediği bir yıldı. Uluslararası ticaret, birkaç on yıl boyunca, aralıksız olarak büyümesine rağmen, Kasım 2008'den itibaren aniden gerilemeye başladı. 2009 boyunca, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana görülmemiş bir seviyede düştü. Dünya Ticaret Örgütü'nün verilerine göre, dünya ticareti, değer olarak % 22, hacim olarak da % 12'lik bir gerileme yaşadı. Bu gerileme, kısmen üretimdeki düşüşten kaynaklandı. Ancak bu düşüşün bir başka sebebi de 2008'deki mali krizdi. Dünya Ticaret Örgütü'nün verilerine göre, uluslararası ticaretin % 90'ı kısa vadeli kredilerle gerçekleşiyor. Lehman Brothers'ın iflası ile artan bankalar arasındaki güvensizlik sebebiyle birçok şirket, dış ticarete mali destek bulamadı. Uluslararası ticaret 2010'da, 2009'a göre, göreceli olarak büyümesi sebebiyle, 2009'daki düşüş önemli değilmiş gibi gösteriliyor. Ancak 2010'daki büyüme de sınırlıydı. Örneğin 2011'in ilk üç ayında yeniden bir düşüş yaşandı.

Kârlar yükseldi

Büyük şirketler, 2011'de, 2010 yılındaki kâr oranları yayınlandığında, patronların çok sevinçli olmaları anlaşılır bir şeydi. Fransa'da yayınlanan günlük Les Echos gazetesinin 3 Mart 2011'de yayınladığına göre, ABD'de 500 S&P şirketi, yani en büyük 500 şirket, 2006'daki tarihi rekoruna yaklaşarak toplam 700 milyar kâr etti.

Aynı şey Fransa için de geçerli: Fransa'nın CAC'a bağlı en büyük 40 şirketinin kârı 82,5 milyar avroya çıktı. 2007'deki 101,4 milyar avroluk rekorlarından biraz uzağındaydılar! Le Monde'a göre (Fransa'da yayımlanan günlük gazete) 2009'daki durgunluğuna kıyasla, 2010'da kâr oranlarında %85'lik bir artış var. Bankalar dışında en çok kâr eden şirketlerin Peugeot, Renault ve onlara bağlı iş kollarında, örneğin Michelin gibi, devletin destek verdiği büyük gruplar olması çok anlamlı. Diğer yandan ise İNSEE'nin (resmi istatistik kurumu) verilerine göre, sanayiye yönelik yatırımlarda %2'lik bir düşüş görülüyor. Üretime dönük gerçek yatırımlar, yani yeni fabrikalar, gelişmekte olan ülkelerde (Çin, Brezilya veya Hindistan'da) inşa ediliyor. Aslında bu sözü edilen ülkelerdeki yatırımların esas amacı, bu yolla gümrük duvarlarını aşarak ülke pazarlarına girmektir.

Yüksek kâr rekabeti arttırıyor. Rekabet sadece aynı işkolundaki büyük şirketlerle sınırlı değil. Aynı rekabet iş kollarının ilk ve son aşamasında olan devasa büyüklükteki gruplar arasında da artıyor. Üretimin ilk aşamasında kullanılan hammadde fiyatları artıyor. Bunun nedeni sadece büyük grupların kâra doymaması değil, mali vurgunculukla da ilgili. 2008'deki krizin ve banka sisteminin çökme aşamasına gelmesinin esas kaynağı, mali spekülasyondu ancak tehlike atlatılır atlatılmaz spekülasyon yeniden başladı. Spekülasyon, devletlerin sürekli uyguladığı enflasyonist siyasetlerle besleniyor.

... ve enflasyon yeniden körükleniyor

Bu enflasyonist siyaset, ABD'de "nicelik yumuşatma programı" isimli kulağa hoş gelen bir ifadeyle açıkça uygulandı. Yani ABD Merkez Bankası (FED), devletin piyasaya sürdüğü tahvilleri satın aldı. Bu olgu, hazinenin eskiden karşılıksız para basma siyasetinin yeni ismi oldu. ABD hazinesi bu "Ali Cengiz oyunu" ile Figaro'nun (aylık Fransız gazetesi) 11 Mart 2011'de yayımladığı rakamlara göre, 600 milyar dolar fazla para basarak federal devletin tüm ihtiyaçlarını karşıladı. İngiltere Merkez Bankası da aynı siyaseti uyguluyor. Kuruluş aşamasında kararlaştırılan yasalar nedeniyle karşılıksız para basma yetkisi olmayan Avrupa Merkez Bankası bile kendi yasalarını delerek Yunanistan'dan, İrlanda'dan ve Portekiz'den 75 milyar avroluk tahvil alıp bu parayı piyasaya sürdü.

Mali çevreler çok düşük faizlerle hem ABD Merkez Bankası'ndan hem de Avrupa Merkez Bankası'ndan elde ettikleri paralarla borsadaki hisse senetleri, hammaddeler, avro veya diğer dövizler üzerindeki vurgunlarını daha da hızlandırdılar. Böylece maden kaynaklı hammaddeler üzerindeki büyük fiyat artışlarına ve fiyatlardaki dalgalanmalara önemli ölçüde katkıda bulundular. Enerji kaynaklı hammaddeler ile ilgili durum da aynı. Petrol ve gaz sürekli artıyor ve böylece de petrol şirketlerinin kârında patlamalar oluyor.

Borsada hisse senetleri üzerine yapılan spekülasyonlar sonucu yine bir balon oluştu ve bu balon da en sonunda, Ağustos 2011'de patlayıp borsada paniğe yol açtı. O zamandan bu yana borsadaki hisse senetlerinin değeri sürekli, neredeyse her gün değişiyor ve karmaşa devam ediyor. Tüm bunlar, spekülasyonları durdurmadığı gibi, tam aksine onlara yeni olanaklar sunuyor.

Öyle ki mali gruplar, hisse senetlerinin değer kaybetmesi üzerine işlem yapıp çok büyük kazanç elde edebiliyorlar. Bu spekülasyonlara ek olarak, bir büyük şirketin hisse senetlerindeki düşüş, ondan daha büyük veya kullanıma hazır daha çok parası olan bir rakibinin hisse senetlerinin önemli bir kısmını ucuza alıp denetimini eline geçirme fırsatını yaratabilir. Şirketlerin, yatırım yapmak yerine, değerini arttırarak kendi hisse senetlerini satın alarak kendi hissedarlarının servetlerini büyütme eğilimleri var. Ancak olay bununla sınırlı değil. Çoğu zaman şirkete saldırmak isteyen saldırganlardan korunma amacını da taşıyor.

Spekülasyonun yeni araçları

2008'deki alarmdan sonra, mali ürünlerde muazzam bir ipini koparma dönemi yaşandı. Oluşturulan mali ürünlere öyle çılgınca isimler verildi ki bunların kimileri şiir gibiyken kimileri de hiç anlaşılmıyordu. Hepsinin ortak yönü çok daha karmaşık ve riskli olmasıydı. Bu açıdan bakıldığında, muhtemel kayıplara karşı önerilen sigortaların özel bir konumu var. Örneğin kamu borçlarının ödenmemesi durumunda CDS sigortası. Yani bir devlet iflas ettiğinde devreye girecek bir çeşit sigorta. Son yıllarda CDS'lerde muazzam bir patlama oldu. Bu sigorta tahvilleri aynı zamanda bir spekülasyon aracı olduğu için hacimlerinde büyük bir artış oldu ve spekülasyon hareketlerini kamçıladı ve bankalar bir birlerine daha bağlı hale geldiler. Her banka hem sigorta yapan ve hem de sigortalı olan konuma geldi.

Mali çevreler bütün yaratıcılıklarına rağmen dünyayı genişletemedikleri için çareyi mali işlemlerin hızını artırmada buldular! Örneğin mali işlem yapanlar, "yüksek frekanslı işlemler" diye bir şey icat ettiler. Böylece bu işlemleri yapanlar, daha doğrusu bu amaçla donatılmış bilgisayarları, saniyenin onda biri bir zaman içerisinde devasa miktarlara ulaşan hisse senedi veya döviz alımını veya satışını gerçekleştirebilirler. Bu gibi işlemlerin hacmi Avrupa pazarlarında, 2007 ile 2011 yılları arasında % 9'dan % 40'a tırmandı. (Rakamlar Eylül 2011'de yayımlanan "İmages Economiques du monde"dan alındı). Bu örnekte de görüldüğü gibi, mali durum çılgınlığa dönüştü ve buna çare olarak bilgisayarların hızını düşürmeyi ciddi ciddi düşünüyorlar.

Eylül 2008'deki mali kriz ve birkaç ay sonra işlemlerin çılgınca sürmesi mali sermayenin daha da tekelleşmesine yol açtı. Örneğin dünyadaki en büyük 10 banka (başta Deutsche Bank, Barclays, UBS, Citigroup, HSBC...) dünyadaki döviz işlemlerinin yüzde 77'sini gerçekleştiriyorlar ve bu nedenle de spekülasyon, onların denetimi altında.

Büyük mali kuruluşlar sadece kendi paralarıyla işlem yapmayıp daha büyük sanayi kuruluşlarının paralarıyla da işlem yapıyor.

S&P 500'e bağlı sanayi gruplarının 2010'da 940 milyar dolar nakit paraları vardı ve bu yıl, krize rağmen, borsadan 740 milyar dolar kazanç elde ettiler (İmages economiques du monde 2012). Bu 500 şirket, sanayi yatırımlarına ve ücretlere mümkün olduğu kadar az kaynak ayırdı ve borsadan hisse senedi almak için 300 milyar dolar civarında harcamalarına rağmen, kendilerine mali sisteme aktarmak için devasa miktarda para kaldı.

İnsanlığı açlığa sürükleyenler

Hammadde üzerine yapılan spekülasyonun en iğrenç olanı, gıda maddeleri üzerinde yapılan spekülasyondur. İlk aşamada 2006, 2007 ve 2008'de başlayan ve 2009'da biraz yavaşlayan buğday, pirinç ve mısır gibi tahıl fiyatlarındaki artış 2010'dan itibaren yeniden tırmanışa geçti.

2000'li yıllarda buğday ile mısırın bir tonluk fiyatları sırasıyla 80 ve 110 dolardı. 2006 yılında ise 160 ve 220 dolara fırladı. 2009 yılında biraz yavaşlayan fiyat artışı 2010'da yeniden tırmanışa geçti. 2011 baharında buğday fiyatı 350 dolara tırmandı!

Daha da kötüsü: Artık fiyatlar sadece çok yüksek değil aynı zamanda sürekli değişiyor. Örneğin 2008 yılında insanlığın beslenmesi için çok büyük önemi olan bu iki tahılın ton fiyatı zirve yaptı ve mısır 240 dolara, buğday ise 400 dolara tırmandı.

Aynı şey pirinç için de geçerli: 2000 yılının başında tonu 150 dolar olan pirinç 8 yıl sonra 350 dolara tırmandı ve Güney Asya ve Batı Afrika'daki birçok kentte açlık isyanlarına yol açtı. Kapitalist gruplar bile kendi ekonomilerine güvenmiyorlar, ekonomik pazarın büyüyeceğine inanmıyorlar. Üretim yatırımlarına gitmeyip spekülasyona giden paralar, hammadde fiyatını tırmandırıyor. Bu durum üretime yapılan yatırımları daha da az kazançlı kılıyor.

Les Echos'nun verdiği rakamlara göre, 2010 yılında, hammadde fiyatları ortalama % 50 tırmandı. Bu durum, sanayi şirketlerini, bu artışları kendi ürünlerinin fiyatlarına yansıtmaya itti ve bunun sonucunda, ticari şirketlerle aralarındaki rekabet arttı. Bu rekabet ortamında geçerli olan yalnızca orman kanunları. Birçok küçük taşeron ve dağıtım şirketi ve özellikle de bu şirketlerde çalışan emekçiler, şirketlerin yaptığı tasarruflarından dolayı büyük bedeller ödedi.

Kamu borçları: Sömürülenleri haraca bağlamak için ileri sürülen yeni bir bahane

Kamu borçları mali sektörü besliyor ama aynı zamanda devletleri iflasa sürüklüyor. Kamu borçları ileri sürülerek sömürülenlere yeni fedakarlıklar dayatılıyor. Birçok devlette uygulanan kemer sıkma siyasetleri, kapitalistlerin çıkarlarını savunmak için. Devletlerin uyguladığı; ücretlerin dondurulması, çalışma sürelerinin artırılması siyaseti, sömürüyü artırmak için patronlar elindeki yasal silahlardır. Devletlerin sosyal harcamalarda yaptığı kısıtlamalar, bütçenin daha büyük bir kısmının kapitalistlere aktarılması için. Ancak bu siyasetin sonucunda tüketici sayısı da azalıyor. Sonuç itibarıyla pazar daralıyor ve bu da kapitalist büyümeye engel oluyor. Büyük sermaye, kitleleri, devlet olanaklarıyla haraca bağlayarak kendisine aktardığı paraya bağlı olmakla, ne kadar asalak olduğunu giderek daha da ortaya koyuyor.

Borsada oluşan balonun patlaması, sadece hisse senetlerinin fiyatlarındaki düşüşün sonucu değil. Bankaların ardından büyük şirketler de borsadaki hisse senetleri nedeniyle varlıklarını % 20 ve hatta % 30 değerinde yitirdiklerinde, yatırıma ayırdıkları sermayelerinin ileride kazanç getirmesinin garanti olmadığını gösteriyor.

Geçen ağustos ayından bu yana, ağır sanayi, çelik ve otomobil sanayisinde bir durgunluk var. Örneğin Avrupa'daki çelik sektörüne bağlı olan şirketlerin hisse senetleri bir ay içerisinde % 34 değer kaybetti (Arcelor-Mittal % 38 değer kaybetti).

Eylül 2008 mali krizinin ardından yaşanan durgunluk unutulmadığı için bu durum bir ihtar gibi görünüyor. Örneğin o dönemde otomobil üreticileri, satışlarının azalacağını ön gördükleri için kendilerine pahalıya mal olacağı endişesi ile stoklarını azaltmak için üretimlerini düşürmüşlerdi. Bu nedenle araba sektörü için çelik üretimi yapan bir sürü yüksek fırın kapanmıştı. Etkileri bütün sanayiye, özellikle de makine üreticilerine yayıldığı için satışlarında büyük bir çöküntü oldu. 2011 yılında da aynı süreç yaşanmaya başladı.

Mali kriz: Ekonomik krizin bir başka ifadesi

Mali krizin üretim üzerinde başka bir etkisi daha var. Şu an 2008'de olduğu gibi bankalar arasında güvensizlik olmasa da, artık bankalar şirketlere ihtiyaç duydukları kredileri kolayca vermiyorlar. Bankaların bu çekingen tutumu, sadece küçük ve orta boy şirketlerle sınırlı değil. Şirket sahipleri kredi almakta nasıl zorlandıklarını sürekli anlatıyorlar. Bu durum işleri yolunda giden şirketler için de geçerli.

22 Eylül 2011 tarihli Les Echos gazetesi: "Fransız bankalarının zora girmesi uçak ticaretinin mali ihtiyaçlarını zora sokuyor" şeklinde manşet attı. Bu ticaretteki alım satımlar dolar ile yapıldığı için zorluklar daha da arttı. Avro üzerinden yapılan spekülasyon, Avrupa bankalarını zor durumda bıraktığı için, Avrupa bankalarının ABD bankalarından dolar olarak istedikleri mali karşılıklara, ABD bankaları olumlu cevap vermekte tereddüt ediyor.

Bütün bunlara ek olarak hükümetler, mali sermayenin isteklerini yerine getirmek için kemer sıkma önlemleri uyguluyorlar. Sonuçta kitlelerin alım gücü düştüğünden pazarın kapasitesi de azalıyor. Mali sermaye gittikçe sanayi sermayesinin mezarını kazıyor. Halbuki mali sermaye ve sanayi sermayesi bir bütünün iki parçasıdır. Bu ikisi arasındaki zıtlığa son verilebileceğini iddia etmek saçmalık.

Artık mali sektörü ve onun taşkınlıklarını eleştirmek moda haline geldi. Bu, sadece reformist sol ile de sınırlı değil. Nobel İktisat ödülü alan, Clinton'un eski maliye bakanı iktisatçı Joseph Stiglitz, başka küreselleşmecilerin akıl hocası olarak tanınıyor. Stiglit, krizin son sarsıntılarını inceleyen kitabının ismini "Aç gözlülüğün zaferi" koydu. Sanki kapitalistlerin aç gözlülüğü eskiden yoktu, 1980'li yıllardan sonra ortaya çıktı!

Liberal siyasetleri, ekonominin küreselleşmesini ve mali sektörün hakimiyetini eleştirip daha ileri gitmeyerek, tüm bunların kapitalist ekonomi ile olan bağlarını açıklamamak, kapitalist ekonomiyi savunmak anlamına geliyor. Sosyalist Parti'nin, Komünist Parti'nin ve hatta devrimci grupların bazılarının bu gibi açıklamaları sahiplenmeleri, onların da temel olarak burjuva düzeninin sınırları içerisinde kaldıklarını gösteriyor.

Başka küreselleşmecilerin bu soruya verdikleri cevap yuvarlak laflarla sınırlı: "Mali sektör nasıl bu kadar büyüdü?" Hükümetlerin uyguladığı liberal ekonomi siyasetini eleştirmekle ve hatta bazı burjuva ekonomist çevrelerinin akıl hocalarını eleştirmekle sınırlı kalmak, bu laf kalabalığının örneklerinden bazıları. Ekonomik krizin ilk belirtilerinin ortaya çıkmaya başladığı 1970'li yılların başında liberal, ekonomi siyasetleri kendini nasıl dayattı?

Mali sektörün ekonomiye hakim olmaya başladığı her aşamada, devletlerin ve yöneticilerin etkili olduğu ortada. Uygulamaları kaldırıp, sermayenin bir yerden başka bir yere, bir ülkeden başka bir ülkeye veya bir sektörden diğer sektöre engel tanımadan dolaşmasını, istediği şekilde hareket edebilmesini sağlamak için devletler tarafından bir sürü karar alındı. Aslında hükümetlerin yaptığı, bazen önceden yasalar çıkarmış olsalar da, kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle yaptığı uygulamaları sonradan yasallaştırmak oldu.

Başka küreselleşmeciler, liberal ekonominin akıl hocalarının "dengeler kendi kendilerine oluşur" fikrini eleştiriyorlar. Bu doğru bir eleştiri. Gittikçe sıklaşan ve daha şiddetli olan mali krizler, liberal teorilerin saçmalığını gözler önüne seriyor. Ancak pazarın şu veya bu seviyede denetlendiği dönemlerde de kriz vardı. Aslında "denetimsiz pazar", "denetimli pazar"ın çocuğu. Denetimli pazar, bu doğumu yapmadan önce karnında büyüttü. İlk olarak sermaye sahipleri, bunun uygulanmasını istedi. Ardından iktisatçılar da gerekliliğini açıkladı. Sonrasında da siyasetçiler gereken yasaları hazırladı. Bugün eğer geriye dönüş olsa yani uygulamalar yeniden yürürlüğe girse bile kapitalist ekonomiyi nasıl kurtaracak?

Mali sermayenin sanayi sermayesi üzerindeki hakimiyeti çok eskilere dayanıyor. Hatta ergenlik çağına giren kapitalizmin özelliklerinden biridir. Lenin'in dediği gibi kapitalizmin "rekabet aşamasından emperyalist aşamaya" geçmesidir. Kapitalizmin bu genel gidişatı çerçevesinde her ikisi birbirine bağımlı bir şekilde gelişir. İkisinin de üstlendiği rol, kapitalist ekonominin nabzına bağlıdır.

Sınırlamalar: Büyük sermayeyi kurtarmak için alınan kararlar

Sol burjuvazinin akıl hocalığını yapan ekonomistlerin rüyalarına giren sınırlama kararları, 1929 krizi ve onu takip eden ekonominin çöküş yıllarında alınan kararlardır. Bu kararlar emperyalist, demokratik ABD'de farklı şekillerde, faşist burjuva Almanya'sında ise çok farklı şekillerde uygulanmış olsalar da amaçlar aynıydı: Büyük sermayeyi kurtarmak.

Sınırlama, İkinci Dünya Savaşı'nda bütün emperyalist ülkelerde yasalara bağlı olarak uygulandı. Büyük tröstlerin daha da büyümesine engel oluşturmadığı gibi tam aksine kapitalist ekonominin en yırtıcı balıkları için daha büyük servet edinme dönemini oluşturdu.

Sınırlama, savaştan sonra da devam etti. Çünkü ekonominin yeniden inşası ve canlanması için gerekli büyük sermayeye sahip olmayan, rekabet ekonomisini uygulamaktan aciz özel sermaye yerine devletler, baston görevini üstlendi. Devletler, sınırlama getirmekle yetinmeyip hem üretim sektöründe yatırım yaptılar hem de kredi olanakları yaratarak ekonomide çok önemli görevler üstlendiler. Devletler bir sürü hukuksal ve idari kararlar aldı. Örneğin banka ve sigorta faaliyetlerine sınırlamalar getirdi hatta banka faaliyetleri arasında bile depo ve yatırım bankacılığı şeklinde sınırlamalar getirildi. Diğer yandan ülkeler arasında döviz dolaşımının denetimi ve dolara bağlı uluslararası bir para sistemi oluşturuldu.

Bütün bunlar kapitalist düzende bir sürü kural getirilmesinin mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak buradan aynı zamanda şunu da anlamalıyız; eğer kapitalist ekonominin temellerine, yani üretim araçlarının özel mülkiyetine, kâr ekonomisine dokunmazsak; krizler ortadan kalkmaz ve büyük sermaye bir dönem ona yararlı olan kararları, artık engel olmaya başladığında zaman hiç çekinmeden kesip atar.

Reagan, Thatcher gibi liberal ekonominin büyük savunucuları sadece bir dönem büyük sermayenin araçları oldular ve o dönemde sermayenin ihtiyaçlarına cevap verdiler.

Başka küreselleşmecilerin bahsettiği saçmalıklardan biri de Avrupa Merkez Bankası'nın, devletlere borç vermesini yasaklayan Maastricht ve Lizbon anlaşmalarını eleştirmesi. Onlara göre bu yasak nedeniyle hükümetler, mali pazarlara borçlanmak zorunda kalıp onlara bağımlı hale geliyorlar. Devlet borçlarının devasa miktarlara tırmanmasının nedeni, devletlerin ödediği faizdir.

Başka küreselleşmecilerin bu eleştirileri kısmen doğru. Devlet borçlarının önemli bir kısmı ödedikleri faizden kaynaklanıyor olsa da devletlerin mali sermaye pazarlarından borç almayı tercih etmeleri, bu sektöre yapılan bir kıyak olduğu da bir başka gerçek.

Her şeyden önce Avrupa Birliği'nin yasalarının temelini oluşturan Maastricht ve Lizbon anlaşmalarını ve Avrupa Merkez Bankası'na getirdiği sınırları eleştirmekle yetinmek demek avro bölgesine ait olmayan ve Maastricht ile Lizbon anlaşmalarına karşı yükümlü olmayan ABD ve İngiltere'nin devasa miktara ulaşan kamu borçlarını gizlemek olur.

Diğer yandan, mevcut mali krize çözüm olarak sunulan avro bölgesine bağlı her devletin istediği gibi karşılıksız para basma hakkını eskisi gibi yeniden kullanabilme önerisi ne krize çözüm getirir ne de kitlelerin yararına bir çözümdür. Bu öneriyi ulusal devletler uygulasa da sonuç itibarıyla böylesine enflasyonalist bir siyaset emekçilerin ceplerini boşaltıp satın alma güçlerini yerle bir etmesine sebep olur.

Bundan sonraki gelişmeler, burjuvaziyi böyle bir siyaset uygulamaya itebilir. ABD, uygulamaya başladı bile. Hatta Avrupa devletleri de belirli ölçülerde bu siyaseti uygulamaya başladı. Burjuvazinin uyguladığı siyaset, ister mali istikrar siyaseti ister enflasyonist siyaset olsun; emekçilerin siyaseti bunları desteklemek olmamalı. Bu durumda emekçilerin savunması gereken siyaset, satın alma gücünü koruyabilecek eşel mobil sistemi, yani ücretlerin otomatik olarak, fiyat artışları oranında artırılması olmalı.

Geçen yılın kongre metinlerinin "Kapitalist Ekonominin Krizi" bölümünde şunu belirtmiştik: "Finans çevrelerinin ve hatta büyük emperyalist güçlerin siyasi yöneticilerinin endişelendikleri gibi aşırı derecede karşılıksız para basılması, 1970'li yıllarda olduğu gibi, yüksek enflasyon ile sonuçlanmadı veya en azından şu ana kadar böyle olmadı. (...) Ekonomide öyle bir gelişme ve beklenti var ki sanki basılan tüm karşılıksız para, finans sektöründe birikip orada kalıyor."

Ancak ABD ve İngiltere'de hatta Avrupa'da, büyük miktarlarda karşılıksız para basılması nedeniyle piyasalarda dolaşıma giren para miktarı, hem zenginlerin kumarhanesi olan borsalara hem de kitleleri etkileyen enflasyona gidebilir.

Başka küreselleşmeciler, kapitalizmin bazı tahribatlarını eleştirseler de kapitalist ekonominin temellerine saldırmaktan özellikle çekiniyorlar. Sosyalist Parti'nin akıl hocaları olma şerefiyle gurur duymaları boşuna değil. Hatta gerici Sarkozy-Merkel ikilisinin "Tobin vergisi"ne sahip çıkmalarından dolayı övünmekten çekinmiyorlar. Gülünç olan ise bu "Tobin vergisi"nin, kapitalist ekonominin temellerine, yani krizin esas nedenlerine, hiç dokunmadığı gibi, mali spekülasyoncuların çıkarlarına yok denecek kadar çok az dokunmasıdır. Örneğin G20'lerin, yani emperyalist ileri gelenlerinin dar çevresinin, son toplantılarında yaptıkları lafazanlıklar arasında, mali işlemlere vergi uygulanması önerisi de tartışıldı.

Hükümet kurmaya aday sol çevreler ve onların ilham kaynağı olan başka küreselleşmeciler, eğer mali kargaşa ortamı oluşup büyük sermayenin devlet bastonuna ihtiyacı olursa, bu isteklerini yerine getirmeye aday olanlar arasında yer alıyorlar.

"Devletçilik ve devletleştirmeler gereklidir" siyasetinin yeniden gündeme gelmesi bir rastlantı değil. Kriz ortamında mali sermayeye belirli sınırlar çizip ulusal ekonomilerin ve Avrupa ekonomisinin sınırlarını koruma adı altında, koruyucu ekonomik önlemlerin alınması gündeme gelebilir.

Mali sermayenin tekelleşmesi ve uluslararası iş bölümü

Ekonomik krizler, toplum için özellikle de sömürülenler ve işsiz kalanlar için her zaman felaketlere yol açsa da kapitalist ekonominin yaşamında normal sarsıntılardır. Bu sarsıntılar, genellikle büyük şirketler için yararlıdır. Çünkü bu vesileyle çürük dallarını budarlar. Kısacası zor durumdaki şirketler ortadan silinir ve sermayenin tekelleşmesi daha da artar. Üretimde gerekli olan enerji ve madeni hammaddelerin denetimi ve spekülasyon sonucu bu ürünlerin fiyatının fırlaması, dünyayı paylaşmış olan bu alanda uzman şirketlerin arasındaki rekabeti kızıştırdı. Bu şirketler, mali alandaki sermaye bolluğu nedeniyle gidecek yer arayan paradan yararlanarak şirket evlilikleri yaptılar veya birbirini yuttular. (Örneğin 2010 yılında şirket evlilikleri ve şirket yutma işlemleri için 2 trilyon 480 milyar dolar harcandı).

Birkaç tekelin veya büyük şirketin ortaklıkları, dünyadaki maden zenginliklerine el atmaları ile daha da büyüdü. Bu tekeller, petrol, demir, boksit, altın, bakır veya nikel gibi belirleyici kaynakları ele geçirdikleri için kartelleşmiş sanayiciler ile kartelleşemeyenler arasındaki çelişkiler daha da arttı.

Bu büyük tröstlerin, hammadde kaynaklarını tamamen ele geçirmelerinin sonuçlarından birisi de bu kaynaklara sahip devletleri avuçlarının içine almalarıdır. Bunun sonucunda oluşturulan yerli iktidarların temel görevi, kendi sömürülen kitlelerinin bu zenginliklerden yararlanabilmesini engellemektir. Örneğin bazı Afrika ülkeleri, maden açısından çok zengin olmalarına rağmen, Afrikalı kitleler, dünyanın en yoksullarıdır. Bu ülkelerde artık eski sömürge idareleri yoksa da, büyük şirketlerin ülke üzerindeki hakimiyeti hala mutlaktır. Sömürgeleri paylaşmak için Faşoda örneğinde olduğu gibi, olaylar yaşanmıyorsa da, her yerel veya etnik savaşın arka planında kapitalist gruplar arasındaki doğal zenginlikleri ele geçirmek için yaşanan rekabet var.

Sanayi alanındaki şirket evlilikleri ve şirket yutmaları, üretim kapasitelerini artırmak için yapılmıyor. Çokuluslu bu büyük şirketlerin esas hedefi, şimdiye kadar hakim olamadıkları pazarlara da el atmak.

Bu büyük tröstlerin niceliksel olarak gerçekleştirdikleri yayılma, nitelikli dönüşümlere yol açtı. Çokuluslu şirketlerin temel olarak kendi ülkelerinde -bu özellikle ABD'li olanlar için daha da geçerlidir- geniş bir pazara sahip olsalar da, birçok farklı ülkede de yatırımları var ve çıkarları gereği, bu ülkelerin ulusal özelliklerini de kullanıyorlar. Çokuluslu şirketler taşeronlarıyla, yan şirketleriyle dünya ekonomisini bir ahtapot gibi sarıp sarmaladılar. Uzmanlaşmayı körükledikleri için dünyadaki iş bölümü ve uzmanlaşma daha da artıyor. Çokuluslu büyük şirketler, birçok ülkedeki birçok fabrikayı, uluslararası üretimin bir parçası haline getirerek dünya çapında üretim ağlarını oluşturdular ve dünya pazarında belirleyici bir konuma gelip, Marks'ın Komünist Manifesto'da dediği gibi "şimdiye kadar görülmemiş seviyede ulusları birbirine bağımlı" hale getirdiler.

Artık bundan böyle uluslararası iş bölümünün önemli bir kısmı, bu çokuluslu büyük şirketler tarafından kendi çıkarları ekseninde gelişiyor. Büyük sermayenin hakimiyeti altındaki dünya ekonomisinin kâr odaklı siyaseti, dünyayı gittikçe daha da boğuyor. Ancak bu durum aynı zamanda, üretimin daha da büyük seviyelerde toplumsallaştığını gösteriyor.

Lenin döneminden günümüze emperyalizm

Lenin, yaşadığı döneme göre çok büyük bir öngörüyle "Kapitalizmin son aşaması: Emperyalizm" adlı eserinde tekelci sermayenin ağırlığını güzel bir şekilde açıklamıştı: "Tekelci kapitalizmin, kapitalizmdeki bütün çelişkileri ne denli ağırlaştırdığı herkesçe bilinmektedir. Bu konuda yüksek fiyatları ve kartellerin zorbalığını anımsamak yeter. Çelişkilerdeki bu ağırlaşma, dünya mali sermayesinin kesin zaferiyle açılmış olan geçici tarihsel dönemin büyük itici gücü olmuştur.

Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimi yerine egemenlik eğilimi, sayıları git gide artan küçük ya da zayıf ulusların zengin ya da güçlü birkaç ulus tarafından sömürülmesi bütün bunlar, emperyalizme, onu asalak ve çürümüş bir kapitalizm haline getiren ayırt edici özellikler kazandırmıştır. Burjuvazinin, git gide artan ölçüde sermaye ihracından gelen kazançlar ve "kupon kırpmak"la yaşadığı, "rantiye devlet"in, tefeci devletin yaratılması, git gide daha belirgin biçimde emperyalizmin eğilimlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalist dönemde, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler."

Bu gözlemi güncellemek için Lenin'in bu konuda yazdıklarına şunu ekleyebiliriz: "Büyük emperyalist devletler tefecilere dönüşüp üretimi, "dünyanın atölyeleri" diye adlandırılan Çin'den Brezilya'ya ve Doğu Asya'daki bir sürü ülkeye kadar varan coğrafyada yer alan geri kalmış ülkelere bıraktılar. Bu tefeci devletlerdeki mali faaliyetler önemli ölçülerde sanayi üretiminin yerine geçtiği ve esas sanayi üretiminin temel olarak gittikçe daha önemli ölçülerde yoksul ülkelerde yapılıp bunun da sonunda emperyalist ülkelerdeki mali faaliyetleri beslediği için bu iki kutup arasındaki çelişkiler daha da büyüyor."

Ama Lenin devrimci komünist olduğu için bu gelişmenin aynı zamanda geleceği de içinde taşıdığını görmüştü: "Büyük bir işletme, dev boyutlara ulaştığı ve türlü verilerin tam hesabını yaparak plana göre on milyonlarca insan için gerekli bütün hammaddelerin üçte ikisini ya da dörtte üçünü sağlamayı örgütlediği zaman, hammaddeler sistemli ve örgütlü bir biçimde bazen birbirinden yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıktaki en uygun üretim yerlerine ulaştırıldığı zaman, türlü mamul madde dizilerinin yapımına kadar hammaddelerin birbirlerini izleyen işlenme evreleri bir el tarafından yönetildiği zaman; bu ürünler, tek bir plan içinde, on milyonlarca, yüz milyonlarca tüketiciye dağıtıldığı zaman, artık bellidir ki, yalnızca basitçe, "iç içe" geçmiş bir üretimin değil, aynı zamanda üretimin toplumsallaşmasının karşısındayız. Özel ekonomik ilişkiler ve özel mülkiyet ilişkileri, artık içeriğine uymayan bir kabuktan çıkarılması yapay olarak geciktirilirse kesinkes çürüyecek olan, belki bu çürüme durumunu oldukça uzun bir süre sürdürecek ama sonuçta kesinkes atılacak bir kabuktan ibarettir"

Lenin'in "uzun zaman"ı, o dönemdeki devrimci komünistlerin düşündüğünden çok daha uzun bir zaman aldı. Lenin'in "Kapitalizmin son aşaması: Emperyalizm" kitabını yazdığı 1916 baharından bir yıl bile geçmeden kapitalizm Rus Devrimi ile başlayan güçlü devrimci dalgalar tarafından sarsılmasına rağmen yıkılmamasının ardından neler olduğunu gördük.

Toplum, kapitalizmin yıkılamamasını önce 1929 büyük kriziyle, ardından Büyük Buhran, faşizm, İkinci Dünya Savaşı ve işçi devletinin yozlaşmasıyla ödedi.

Troçki, aradan yirmi yıl geçtikten sonra yazdığı Geçiş Programında: "Belirtiler işçi devriminin nesnel şartlarının sadece olgunlaşmakla kalmadığını artık çürümeye başladığını bile gösteriyor" diye yazmıştı. Toplumu dönüştürebilme süresi Troçki'nin düşündüğünden de fazla bir zaman gerektirdi.

Ancak ortadaki engel Troçki'nin anlattığı ile aynı türden. Ekonomik ve toplumsal yapı, çok uzun zamandan beri geçerliliğini kaybetmiş olsa bile eğer birileri onu yıkmazsa varlığını sürdürür. Başka bir şekilde ifade edersek: Çürüyen bir toplumun yıkılması için onun yerine başa geçip iktidar olmaya aday olan devrimci bir sınıf gereklidir.

İkinci Dünya Savaşı'nın bütün yıkımlarına ve yol açtığı acılara, kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana yaşattığı krizlere rağmen, kapitalizmin kendi kendini yönetebildiği dönemden bugünkü gibi tamamen denetim dışına çıkmasına kadar olan sürede, insanlık bilimsel ve teknolojik birikimlerini geliştirmeye devam etti. Bunların sonucu olarak insanlık doğa üzerindeki hakimiyetini daha da pekiştirdi. Dünya ölçeğinde gelişen iş bölümü -her ne kadar bu süre içinde eşitsizliklerin daha da büyümesini ve bu gelişmenin karmaşık karakterini daha da vahim hale getirmiş olsa da- bunun bir parçasıdır.

Mali sektör emperyalizmin tarihinde hep vardı

Mali sektör, kapitalizmin tarihinde durmadan gelişti ve ne işleyiş biçimini ne de çelişkilerini değiştirdi. Hatta çelişkilerini daha da artırdı.

Mali sektörün büyümesi ekonominin küreselleşmesini daha da hızlandırdı. Bunu yaparken zenginliğin giderek sayılı ellerde birikmesine ve yoksulluğun daha da yayılmasına yol açtı. Yani sermaye sahipleri daha da zenginleşirken sömürülenler daha da yoksullaştı ve zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu süre içinde kapitalist ekonominin çelişkileri daha da arttı ve ekonomik yaşamın, eskiye göre daha fazla keşmekeşe sürüklenmesine yol açtı.

Kapitalist düzenin varlığını sürdürmesi nedeniyle insanlık büyük bedeller ödemeye devam ediyor. Buna şimdiye kadar, gerek emperyalizmin direk müdahalelerinin olduğu veya olmadığı bir sürü savaşı, özellikle de gıda ürünlerine karşı yapılan spekülasyon yüzünden ortaya çıkan açlığı eklemek gerek.

İnsanlık, emperyalizmin dünyaya hakim olmasının doğrudan veya dolaylı nedenleriyle savaşlara sürüklenerek milyonlarca ölü ve yaralıyla bedel ödedi. Buna ek olarak kapitalizm, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü bitkisel hayata mahkum ederek eğitim ve kültürden yoksun bıraktı. Günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bütün yaşamları boyunca çalışmak zorunda bıraktı.

Burjuva iktisatçıları GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla) ölçüsünü yeterli bulmayarak "İnsani Gelişme Endeksi" diye bir ölçü icat ettiler. Ancak kapitalizmin devam etmesinin yol açtığı bütün tahribatların dökümünü birkaç istatistik ile özetlemek mümkün değil. Ergenlik çağına bile gelemeden ölen çocuklar arasında kim bilir nice Mozart, Leonardo de Vinci, Rembrandt, Balzac, Einstein veya Marks gibi beyinler vardı? Hatta ölmeyip yaşamaya devam eden ancak olanaksızlıklar yüzünden insanlığa katkı yapanların listesine giremeyen kaç tanesi daha var?

Marks döneminde ekonomiyi komünist temellerde oluşturup üretim ve dağıtımın toplumsal ihtiyaçlara göre düzenlenmesi dahice bir öngörüydü.

Lenin'in döneminde Bolşevik Parti geri kalmış bir ülkede iktidara geldiği için Rusya'da kapitalizmin yapmadığını işçi devleti, idari yöntemlerle yapmaya çalıştı. Devasa görevler karşısında Lenin, konu açıldığında, Rus ekonomisinin çektiği zorlukların esas nedeninin fazla tekelleşme değil de yetersiz tekelleşmeden kaynaklandığını anlattığında, ne söylediğini gayet iyi biliyordu.

Lenin ölümünden önceki yıllarda, en azından ülke içindeki üretim olanaklarının tam bir dökümünün yapılması için ısrar ediyordu.

1917'de yapılan girişimden sonra, işçi devriminin çok geç kalmış olmasına rağmen tarih devam ediyor.

Marks, Engels, Rosa Luxembourg, Lenin veya Troçki'nin ön görüsüne göre geçen zaman çok daha fazla olmasına rağmen, emperyalizm, geçmişte uygulanmış olan bir sürü barbarlık biçimini, örneğin farklı dini köktencilikleri, etnik ayrımcılığı, milliyetçiliği, yeniden canlandırdı. Ayrıca insan faaliyetlerinden kaynaklanan nükleer tehditler, sırf daha çok kâr etmek amacıyla doğanın ve çevrenin tahrip edilmesini de eklediğimizde sorunun adını "sosyalizm mi barbarlık mı?" olarak koyabiliriz.

Diğer yandan şu da bir gerçek -Lenin döneminde de olduğu gibi- devasa boyutlara erişmiş çokuluslu şirketler dünyanın dört bir ucunda, emek gücünü asalak bir şekilde kullanarak, gelecekteki toplumun oluşmasına olanak tanıyor. İnsanlığın üretim ilişkilerinin gittikçe daha da toplumsallaşması ve emperyalist küreselleşme kötülüğün iyiliği değerlendirmesine, yani kapitalizmin kokuşmasının geleceğin toplumu olan komünizme zemin oluşturmasına benziyor.

Soldakiler dahil, bütün gerici fikirlere karşı çıkmak gerek

Devrimci komünistlerin görevlerinden bir tanesi, kapitalizmin şu veya bu kötülüğüne karşı gelmek iddialarıyla en iyi şekliyle gerçekçi olmayan ve genellikle de gerici olan ve geriye dönüşü savunan fikirleri savunanlara karşı mücadele etmektir.

Devrimci komünizm, var olan ayrıcalıkları savunmak değildir. Sol süslerle de olsa korumacılığı veya küreselleşme karşıtlığını savunmak, ekonomilerin iç içe geçmiş olmalarından dolayı tamamen saçma bir görüştür. (Örneğin bir uçağın üretimi için kaç tane farklı ülke ve kaç tane farklı işyeri katkıda bulunuyor? Örneğin Fransa'da Amerikan, Japon, İngiliz veya Çinli kaç şirketin Fransız emekçisi çalışıyor?)

Korumacılık, yoksul ülkelerde bile emperyalist ülkelerin eşkıyalıklarına karşı korunabilmek çok az yararlı olmuştu ve artık hiç etkili değil. Ancak emperyalist ülkelerde, özellikle de Fransa'da, emekçileri korumak iddiası bile tam anlamıyla yoksul ülkelerdeki, örneğin Afrika'daki veya Çin'deki emekçileri rakip görüp onlara karşı tavır almaktır. Ekonomik korumacılığı dolaylı yönlerle de olsa desteklemek yine de bir ülkenin emekçilerinin başka bir ülkenin emekçilerine karşı tavır alıp kendi emperyalist burjuvalarının peşine takılmaları anlamına gelir.

İnsanlık ancak bir bütün olarak kapitalizmden kurtulabilir. Üretimi dünya seviyesinde yeniden ve mantıklı bir şekilde gerçekleştirmek, kapitalizm ve hatta küreselleşmiş emperyalizm tarafından hazırlanmış uluslararası iş bölümünden yararlanmakla mümkündür.

İnsanlığın geleceği, etrafları yoksullukla çevrili bir dünyada Avrupa'nın ve Amerika'nın kendini bu yoksulluktan koruması için oluşturduğu Çin setleri ile mümkün değil. Böyle bir dünya, insani açıdan iğrenç olduğu gibi mümkün de değildir. Kapitalizm, imtiyazlı bölgeler etrafında 8 metre boyunda duvarlar örse de bunların üzerine tel örgüler çekse de bu bölgelerde sorumluluk verdiği çirkefleri yetkilerle donatsa da göçmenlere karşı av hayvanı muamelesi etse de yine de duvarları aşılamaz hale getiremez. Üstelik yoksul ülkelerdeki kitlelerden korunmak amacıyla oluşturulan duvarlar ve tel örgüler, kapitalist "cennetlerde" de yoksulluğun büyümesi engellenemiyor.

Stalinizmin "tek ülkede sosyalizmi" savunmaya başladığı andan itibaren devrimci komünistler, Stalinizmin kesin bir şekilde kapitalizmin saflarına geçtiğini ve geleceğini kapitalist toplumda görmeye başladıklarını açıkça anlatmışlardı.

İnsanlık, burjuvazinin ekonomik iktidarını yıkmadan ve onun dünya görüşünü çürütmeden ileriye gidemez. Devlet müdahaleleri olsa da olmasa da, bir şekilde ayakta duran, emperyalist aşamaya gelmiş kapitalizmi yıkmak gerekiyor ve bunu da yapabilecek tek güç tarihi görevini yerine getirmek için yola çıkan işçi sınıfıdır. Artık, Troçki'nin yaşadığı dönemden daha büyük ölçüde, Troçki'nin dediği gibi: "Her şey işçi sınıfına, daha doğrusu onun devrimci öncülüğüne bağlı. İnsanlığın tarihi krizi, devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir." (07.11.2011)