Kapitalist ekonominin krizine karşı (Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi) Fransa’da yayınlanan dergisinden çevrilmiştir – N° 117 - Aralık 2008)

Print
13 kasım 2008

Art arda veya eş zamanlı olarak gelişen emlak krizi, hammadde krizi, banka krizi, borsa çöküşü, üretimin yavaşlaması gibi farklı olguların da ötesinde yaşanan kriz, kapitalist ekonominin tek ve aynı krizidir. Şüphesiz ki bu kriz, 1929 borsa çöküşü ile başlayan ve onu takip eden büyük çöküşten sonra yaşan en büyük krizdir.

15 Eylül 2008'de mali krizin aniden büyük boyutlara ulaşması ve Wall Street'in temel direklerinden biri olan Lehman Brothers Bankası'nın batmasından sonra, ün yapmış iktisatçılar, bunun mali sistemin kurallarının kaldırılmasından, kurallara uyulmadığından, liberalizmden, küreselleşmeden, mali sistem üzerinde denetim olmamasından kaynaklandığını şu veya bu şekilde ifade ediyor ve suçlamalarda bulunuyorlar.

Bütün bunlar muhakkak ki etkili oldu ve bugünkü mali krizin oluşmasında ve büründüğü şekillerde şu veya bu etkenin etkileme biçimini ve zincirleme etkilerini açıklayan faktörlerdir. Ancak temel etken, kapitalist düzenin kriz olmadan varlığını sürdürebilme olanağının olmamasıdır. Trotçki 1920-1921 yılları krizini açıklarken şunları yazmıştı: "Kapitalizm, işçi sınıfının devrimi ile yıkılmadığı sürece hep aynı iniş ve çıkışları ve devreleri yaşayacak", "krizler ve krizden çıkışlar, kapitalizmin ortaya çıkışından beri vardır ve ölümüne kadar da devam edecek." Bir de şunu eklemişti: "Kapitalizmin hızlı geliştiği ilk dönemlerde krizlerin süresi kısa idi ve düzeysel" hâlbuki "yozlaşma döneminde krizler çok daha uzun sürer ve krizden çıkışlar ise uzun sürmediği gibi, yüzeysel olup spekülayonlar yoluyla sağlanıyor."

Bundan bir yüzyıldan fazla bir zamandan beri, emperyalizmin ortaya çıkmasından bu yana tröstler, ahtapotun kolları gibi bütün yerküreyi sardı ve zaman içerisinde ekonomik ilişkilerin çetrefileşmesiyle birlikte krizler, düzenli aralıklarla olmasa da, daha çok farklı nedenlerle ortaya çıkıyorlar ve hasarları da daha yıkıcı oluyor. Ama bütün bunlar, krizleri ortadan kaldırmıyor. Kriz, kapitalizmin varlığını yeniden sürdürmeye yarar. Pusulası olmayan pazar ekonomisi kör bir rekabet temelinde çalışıyor ve bu nedenle üretim ile satın alma gücünün dengelenmesi, ekonominin farklı bölümleri arasında, özellikle de üretim araçları ile tüketim ürünleri arasında ve de farklı aşamalardaki üretim yapan şirketler arasında denge sağlamak için krizler belirleyici bir unsurdur. Pazar ekonomisinin tıkanıp kâr oranının düşmesi sonucunun belirtisi olarak ortaya kriz çıkıyor. Kriz artık rekabet gücü kalmayan üretim sermayesini devre dışı bırakıp kâr sağlamayan şirketleri kesip atıp ekonominin yeniden canlanması, kâr oranının yeniden artması, yatırımların büyümesi ve istihdam artışlarının zemini hazırlar.

9 Ağustos 2007'de ABD ve Avrupa Birliği Merkez Bankaları'nın mali sisteme büyük miktarlarda para aktarmaları ve BNP Parisbas Bankası'na bağlı üç emlak kuruluşunun borsa işlemlerini durdukları haberi, ABD'de başlayan emlak krizinin artık mali krize dönüştüğünü gösterdi. Artık bu kriz "kısa ve yüzeysel" bir kriz değildi. ABD emlak krizi, krizin habercisinden çok onu ateşleyen bir unsur oldu. Bu son mali kriz aslında 1980'li yıllardan bu yana neredeyse üç yıl aralıklarla yaşanan (1982'de Meksika krizi, 1987'de borsa krizi, 1990'da "junk bonds" [kokuşmuş tahviller] ve ABD tassaruf fonlarının iflası, 1994'de ABD bonolarının iflası, 1997'de Güneydoğu Asya mali krizi, 1998'de Rusya ve Brezilya mali krizleri, 2001-2003'de İnternet balonun patlaması ve de bir süreklilik kazanan Japon mali krizini eklemek gerekiyor) krizlerin eriştiği durumdur.

Şu anda yaşanan mali krizin diğer mali krizlerden farklılığı çok daha vahim olması ve de bütün yerküreyi kapsayıp, dünya banka sistemini tümüyle sarsmış olmasıdır.

Mali ve borsa krizlerinin bu kadar sık aralıklarla ortaya çıkması, şu veya bu ölçüde vahim olması ve üretime şu veya bu derecede etki yapması, krizin tek başına olan bir çevim olmadığını gösteriyor. Aslında bu kriz, 1970'li yıllarda başlayan ve sürüncemede olup, önce para sistemin kirizyle başlayıp, 1973'te ilk petrol kriziyle devam etti ve 1974-75'te ilk üretim fazlalığı krizine dönüşüp bütün sanayileşmiş ülkelerde yaşanan bir sanayi üretimi gerilemesiyle sonuçlandı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilk defa ekonomik durgunluk bu seviyede yerkürenin tümüne yayılıp, artık üretimin satın alma gücünün düşüklüğü nedeniyle gerilemeye başladığını gösteriyordu. ABD ekonomisnin GSMH'daki yüzde 2.2'lik bir düşüş Türkiye ekonomisinin yıllık GSMH'sine ve Portekiz'in ise yıllık GSMH'sinin iki katına denk.

Gerçek üretim ile değer yaratmayan hizmetleri de karıştıran GSMH'nin gerilemesinden daha da anlamlısı, ürün üretimindeki düşüştür. Bütün sanayileşmiş ülkeler, bundan etkilendi. Bu düşüşü, 1975'te ABD'de yüzde 7, Fransa'da yüzde 8 ve Japonya'da yüzde 15 oldu. İşsizlikte ilk patlama yaşandı.

Kapitalist ekonomi 1974-1975 gerilemesinden sonra belirli aralıklarla ekonomik büyüme ve gerilemeler yaşadı. Ancak 1974 öncesi büyümeyi kesinlikle yakalayamadı. Kapitalist dünya ekonomisi, uzun süredir sürüncemede olan krizden kurtulamadı.

Kapitalistler sınıfı, 1990'lı yılların başında krizden önceki kârlılık seviyesini yeniden yakaladı ama bunu yeni, dinamik bir şekilde satın alma gücünü arttırarak, ek üretim yatırımları gerçekleştirerek elde etmediler. Bunu, sadece işçi sınıfına karşı savaş açarak, yani sömürüyü arttırarak, ücretleri dondurarak, iş temposunu arttırarak, işsizlik korkusunu kullanarak, her ülkedeki emekçilere düşen ulusal gelirdeki payı önemli ölçüde azaltarak gerçekleştirdiler. Örneğin Fransa'da 1982'de bütün işyerlerinde, işverenlerin ücretler için ödedikleri sosyal ödenekler dâhil ücret oranı, yüzde 73.2 iken bu oran 1998'de yüzde 63.4'e düştü.

Ancak, uzun süredir devam eden ve kapitalist yozlaşmanın bir simgesi olan bu durum, kâr oranı yeniden eski seviyesine ulaştıktan sonra da işyerleri üretime yatırım yapacaklarına, mali sektöre yönelmeyi tercih ettikleri için devam etti. Birçok yönlü sonuçları olan ve "ekonominin gittikçe daha çok mali ekonomiye dönüşmesi" olarak özetlenen bu gidişat, kapitalist ekonominin şu andaki işleyiş biçimini ortaya koyuyor: Şimdiki mali kriz için gerekli olan zemini hazırlamış oldu.

Sömürenler sınıfının üretime yönelme yerine neden mali sektöre yatırım yapmayı seçtiklerini açıklamak için sosyal psikolojiye başvurmaya gerek yok. Bu sınıfın kendi ekonomisine güveninin olmaması, maddi temellere dayanıyor. Muhakkak ki, ücretlilere gideren payın azaltılmasıyla işyerleri kârını arttırdılar. Ama bunu yapmakla kitlelerin tüketim olanaklarını baltaladılar.

Kâr oranlarının önemli ölçülerde artması, mevcut pazarı daha da büyütmesi bir yana, kullanılan yöntemden dolayı emekçilerin satın alma gücü baltalandığı için tüketim olanakları azaldı ve böylece krizin temel nedeninin etkisi daha da arttı.

Talep artışını sağlamak için kredi kullanmak kapitalizm kadar eskidir. Ancak bu yöntem, son çeyrek yüzyılda, şimdiye kadar hiç görülmemiş boyutlarda kullanıldı. Son otuz yılın ekonomik büyüme dönemlerinin hepsinde kapitalist ekonominin klasik yöntemleri olan silah harcaması ve kredi, yani borçlanmaya büyük boyutlarda başvuruldu.

"Büyüme" deyimi de aslında bir gerçekliği değil, burjuva görüşünü yansıtıyor. Örneğin genellikle ABD'de veya İspanya'daki büyümenin emlak sektörüyle sağlandığından söz ediliyordu. Ancak, bu büyüme belirtisi sadece açılan büyük inşaat alanları veya inşa edilen binalardan çok emlak alanındaki fiyatların aşırı bir şekilde artmasından ve spekülasyonun yol açtığı değer artışlarındandı. Ulusal muhasebe hesapları ve istatistikler, her zaman gerçek üretim ile maliyeyi ve gerçek büyüme ile mali sektörün büyümesini karıştırmıştır. Şimdiki çöküş döneminden önce yaşanan büyüme, şirket kârının, borsadaki hisse senedi fiyatlarının artması ve özellikle de mali ürünlerin hacminin ve getirdiği kazançların artması şeklinde oldu. Ama bu büyüme genelde, kesinlikle ücret hacmini arttırmadı, aksine önemli bir düşüş oldu. Ücretler artmadı, en iyi şekliyle bazen sabit kaldı. İstihdam artışı olmadı. İstihdam rakamlarında sadece çarpıtmayla artış gösterildi. İstatistik veriler yoluyla yapılan çarpıtmalar, sadece sermayeye giden payın gittikçe arttığını ve kitlelere giden payın ise önemli ölçülerde azaldığını saklıyordu. Zaten krizin de temelini bu oluşturuyor.

1975 ekonomik durgunluğunun ardından gelen ve çok daha büyük olan 1982 durgunluğu ile ekonominin mali sektöre dayanması, önemli boyutlarda artan, şimdiye dek görülmemiş miktara ulaşan borç hacmini, doruğa çıkardı. Devletler, enflasyonu engellemek için para basma yerine büyük ölçüde borçlanmayı tercih ettiler. Devletlerin bulduğu çözüm, yeni bonolar, devlet tahvilleri ve buna benzer devlet borçları olan para üretimi idi. Ve böylece de bütçe açığını kapattılar. Bu olayda büyük sermaye de kazançlı çıktı. Çünkü üretim yatırımlarına yöneleceğine tatlı kazanç getiren devlete borç vermeyi tercih etti.

Birkaç rakam bu gidişatı çok iyi özetliyor. ABD'nin kamu borçları 1963'te 305 milyar dolar ve krizin hemen öncesinde 1970'te 370 milyar iken 10 yıl sonra 1980'de 907 milyara, 1990'da 3 trilyon 233 milyara ve 2000'de ise 5 trilyon 674 milyara tırmandı. 2008 Ekim başında ise 10 trilyon 24 milyar dolara fırladı! (Bu rakamlar ABD federal devletin internet sitesinde verdiği rakamlar ve anlaşıldığına göre bu borç, sadece federal devletin borçları ile sınırlı, çünkü buna ek olarak eyalet borçları ve de çok önemli miktarlardaki yerel borçları da eklemek gerek.)

Aynı şey ABD'deki özel şahısların borçları için de geçerli. Bu borçlarda da müthiş bir patlama yaşanıp 2000'de 580 milyardan 2005'te 1 trilyon 250 milyar dolara tırmandı.

Kredi ve borçlanma temelinde gerçekleşen ekonomik faaliyet, hem ülke içerisindeki hem de ülkeler arasındaki eşitsizliği önemli ölçüde arttırır. Deyim yerindeyse sadece zenginlere borç para verilir, bu hem kişiler hem de devletler için geçerlidir (ki bu da her zaman öyle değil, çünkü "suprime" örneğinde olduğu gibi bazı şartlarda bankalar yoksullara da borç vermeye hazırdır ancak bu onlara yoksulları soymaya olanak verirse).

ABD dünyada en çok borçlu olan -bu hem mutlak hem de göreceli- ülkedir. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı, özellikle yoksul ülkelerde yaşayanlar, bu kredi olanaklarından yararlanamıyor. Ama buna rağmen, bunun yükünü çekiyorlar. Çünkü yoksul ülke hükümetleri, silahlanma ve itibar harcamalarının bedelini kendi yoksul kitlelerine ödetiyorlar.

Ekonominin mali alanın artan etkisi altına girmesinin yıkıcı sonuçlarını direkt olarak ilk ödeyen yoksul ülkelerdeki kitleler. Büyük kazanç peşinde koşan mali sermaye yoksul ülkelerde yatırım yapıp, üretimi büyütme hedefini gütmediği gibi, mevcut altyapıyı yoğun bir şekilde kullanıp vurgun yapıyor ve böylece durumu daha da kötüleştiriyor. Yoksul ülkelerde altyapı çok yetersiz olduğu için yapılan tahribat, altyapıyı daha da geriletiyor. Mali sermaye yoksul ülkelerde kitlelere hizmet verebilecek karayolu, demiryolu, temel altyapı (sömürgecilik döneminden bile geriye belirli altyapı kalmıştı) için hiçbir katkıda bulunmadan sadece borçlandırarak yoksul ülkeleri talan ediyor.

Bankalar ve kredi sistemi kapitalist düzende mutlaka gereklidir. Bankalar ve kredi sayesinde kapitalist üretim çevrimi arada bir durmak zorunda kalmadan devam ediyor. Çünkü sanayi şirketleri, ürettikleri ürünlerin satılıp paranın geri gelmesini beklemek zorunda değiller. Bankalar, üretim şirketlerine para vermekle mali sermayeyi, üretim sermayesine dönüştürürler. Bankaların artı değerden aldıkları pay ise, yerine getirdikleri bu hizmete dayanır.

Bankaların gittikçe aslan payını almaya başlaması, bu işleyişe darbe vurur. Artık üretime katkı yapan para, üretime gitmeden mali ürünlere, mali işlemlere dönüşüp üretime hiçbir katkı yapmadan, para ile para kazanma tılsımını yaratıyor.

Son 30 yıl boyunca sürüncemede olan krizin ilk aşamasında mali sektör, tetikleyici rol oynadı. Artık pazarda durgunluk başlayınca belirli miktardaki sermeye, üretime gitmeyip kazanç getiren mali faaliyetlere yöneldi. Biriken devasa miktarlardaki "petro-dolar" 1973'te petrol fiyatının büyük artışı nedeniyle, petrol tröstlerinin ve biraz da petrol emirlerinin ellerinde birikti. Onlar bu devasa miktarları, yeni kuyular kazmak veya yeni rafineri kurmak için harcamak niyetinde olmadıkları için ortaya mali işlemlerle para kazanma peşinde olan büyük miktarda sermaye çıktı.

Krizin bir alt ürünü olarak ortaya çıkan bu mali birikim, krizin daha da uzamasını oluşturan bir etken oldu. Biriken bu sermaye, uzun vadeli yatırımlara gideceğine, artık kısa vadede çok kazanç getiren mali işlemlere yöneldi.

Bu olgu, bir mucize gibi görünüyordu: Çok az büyüyen ve hatta durgun olan ekonomiye rağmen mali işlemler gittikçe daha büyük kazanç getirmeye başladı. Şimdiye kadar "büyük klasikler" olarak bilinen borsa işlemlerine, devletlere verilen borç paralara farklı dövizler üzerine veya emlak spekülasyonuna ek olarak, yeni bir sürü mali ürün türedi. Mali sermayenin devasa miktarlara ulaşması sonucunda "mali sanayi" diye adlandırılan bir sanayi ortaya çıktı. Ve görevi yeni biriken muazzam miktardaki sermaye ile ilgilenip, yeni "ürünler icat edip" onların alınıp satılabileceği yeni pazarlar yaratmaktı. "Mali sermaye" gibi gerçek üstü bir deyimin ortaya çıkması bile yaşadığımız tefeci kapitalizmin özelliğini gösteriyor. İhtiyaca göre organ oluştuğu için finans kuruluşlarının feci bir şekilde çoğalması, esas görevlerinin artık klasik banka görevlerini yerine getirmek olmayan "yatırım fonlarının" artıp, artık temel faaliyetlerinin çok kazanç getiren çok riskli faaliyetler olmasına bağlıdır. "Yatırım" kelimesinin anlamı üretime yani paranın gerçek bir değer yaratan, artı değer üreten bir karşılığı vardı ama bu bile artık fanteziye dönüşüp, değer yaratmadığı gibi değer yaratan değerleri yok eden bir olgu için kullanılıyor artık.

1980'li yıllardaki mali kuralların kaldırılması, mali sektör patlamasının nedenini oluşturmasa da ona katkıda bulunup, onu küreselleştirdi. Mali sektör arasındaki duvarlar dâhil (depo bankaları ile yatırım bankaları ve sigorta şirketleri ile bankalar arasındakileri) üretim sektörü ile arasındakileri yıktı.

Hatta üretim yapan işyerleri, en azından en güçlüleri bile bazı durumlarda mali operasyonlar yaptıkları üretimden daha fazla kârlı olduğu için üretimden çok bunları tercih ediyorlardı.

Bütün bunlar krizin etkilerini erteliyor gibi görünüyordu. Oysa bu, daha çok krizin aşılmasındaki rolünü erteliyordu. Krizi gizlemek, ortadan kaldırmıyor. Üretim faaliyetlerinin yerine, mali sektörün üretimden kopuk faaliyetlerini ikame etmek, sonsuza kadar süremez.

Mali faaliyetler, değer yaratmıyor. Sadece üretim sektöründe sömürü yoluyla yaratılan artı değerin el değiştirmesini sağlıyor. Yani daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, mali sermaye doğrudan veya devlet ve kamu borçları vasıtasıyla sanayi sermayesinin "ki yaptığı sadece artı değere yani üretim fazlalığına el atmakla sınırlı olmayıp aynı zamanda bunun üretimini üstlenen" (Marks) ürününe el atıyor.

1970'li yıllardan bu yana sürekli bir şekilde şişen mali alan, işçi sınıfının sömürüsünü arttırmakla sınırlı kalmayıp aynı zamanda ekonomik büyümeyi engelliyor.

1992 yılında ateşli yorumcuların "savaştan bu yana ABD ekonomisinin en büyük büyüme dönemi" olarak adlandırdıkları dönem başladı. 1994 ile 2000 yılları arasında ABD'nin GSMH'si (yani ulusal üretimi) yüzde 32 arttı. Bu sözü edilen yıllarda işsizlik azalıyordu. Yeni teknolojilerin (bilgisayar, yarı iletkenler, iletişim ağları, cep telefonları) geliştiği için "yeni ekonomiden" söz edilmeye başlandı. Üretim yatarımları da artmaya başladığı için üretkenlik de artmaya başlamıştı. Yine de bu dönemde ABD'nin GSMH'sinin artış oranı 1960'lı yıllara göre daha düşük oranlarda seyretti. Üretim yatırımlarının artışına gelince, bu ABD'de bile neredeyse yeni teknolojilerle sınırlı kaldı. ABD'de bile bu sektör ekonominin sadece onda birini temsil ediyordu. Diğer yandan, geleneksel sanayi kollarındaki yatırımlarda durgunluk vardı ve hatta sonradan yapılan bazı araştırmalara göre bir önceki on yıllık döneme göre bir azalma bile söz konusudur. Fakat onlar için bunun önemi yoktu. Çünkü kâr artıyordu. Borsa, özellikle de teknolojik değerlerle ilgili Nasdaq değer kazanıyordu ve hatta tırmanıştaydı. Ve de faizin düşük olması şirket birleşmelerini arttırıyordu! İşte ABD Merkez Bankası'nın Başkanı, o dönemde "pazarın mantık dışı hava atmasından" söz etmişti.

Bilgisayar ve cep telefonu parçaları pazarının birkaç yıl boyunca hareketli olmaları da, biriken devasa mali sermayenin tümünü kullanmaya, daha doğrusu onu üretim sermayesine dönüştürmeye yetmedi.

"Yeni ekonomi" daha çok, borsada yeni bir spekülasyon alanı açtı. Bu ise, ABD Merkez Bankası'nın kolay kredi verme siyasetinden yararlandı. Çünkü Merkez Bankası faiz oranını düşürüp, düşük tutmuştu. Farklı basamaklardaki faiz oranlarını Merkez Bankası faiz oranı belirler, çünkü bankaların kredi kaynağı Merkez Bankası'dır. Bu durumda bankalar ve finans kuruluşları, ihtiyaçları oldukça kolayca ve ucuz yüzdeliklerle Merkez Bankası'ndan para alabilecekleri için kolayca kredi verme siyasetini uyguladılar.

Bu ucuz kredi siyaseti bilişim sektörünün büyümesini desteklemek için olabilirdi. Her "stand up" (bilgisayar şirketi) kuran kişinin kendisini bir Bill Gates sandığı bir dönemde kredi almak, kurduğu şirketin çok hızlı büyümesi ümidini taşıyordu. Sonraki gelişmeler bu "stand up" ların her birinin Microsoft veya Google olamadıklarını hızlı bir şekilde gösterdi.

Aslında o dönemde bile bilişim sektörüne verilen krediler, bilişim üretiminden çok spekülasyona yarıyordu. Bu krediler daha çok, doğru veya yanlış, gelecek vaat eden ve hisse senetleri fırlayan şirketleri satın almak için yapılan rekabete yaradı. Yaşanan bu yoğun spekülasyonun simgelerinden birisi ilk bilişim kitaplığı olarak bilinen Amazon.com işlem görmeye başladığında oldu. O zamanlar neredeyse varlığı bile yoktu, hisse senetlerinin değeri artınca, fabrikası olan ve 200 bin civarında işçi çalıştıran General Motors'un değerine ulaşmıştı.

Ancak Mayıs 2000'de spekülasyon balonu patladı, internet borsa çöküşü Nasdaq endeksini dibe indirdi ve beraberinde parlak gelecek vaat eden bir sürü "stand up" da çökerek büyük kazanç peşinde koşan safları parçalayıp duman etti.

Bilişim sektörüne bağlı olarak gerçekleşen büyüme, genel bir ekonomik büyümenin başlangıcı olmadı. Bu durgunluk dönemine ek olarak 11 Eylül 2001 suikastının sonuçları eklenince, ortaya çıkan tehlikeyi atlatıp daralmayı ve iflası engellemek amacıyla ABD Merkez Bankası, kredi fiyatını aşağıya çekerek cevap verdi. Öyle ki, enflasyon seviyesi göz önünde bulundurulunca, faiz oranı yüzde sıfırın biraz üzerindeydi.

Elbette bu siyaset, bilişim sektörü çöküşünün ani bir mali krize dönüşmesini engelledi. Ama bu da sadece krizi ileri bir tarihe erteledi. 2001'de ileriye itilen kriz, bumerang gibi 2008'de geri geldi. Ama bu defa kat kat daha güçlü bir şekilde. Çünkü spekülasyona giden para miktarında müthiş bir artış olduğu gibi üretimden tamamen kopuk, onları piyasaya sürenler için bile ne olduğu belli olmayan bir sürü yeni mali ürün piyasaları sarmıştı.

Yeni ekonominin krizi, bugün yaşanan mali krizin ilk basamağı veya genel provası olarak kabul edilebilir. En azından gelişen felakete yol açan bir sürü mali uygulamaların başlangıcı sayılabilir.

Madem Merkez Bankası faiz oranı kredi olanaklarını çok kolaylaştırıyor neden kredi alınmasın? Bu nedenle hem bankalar hem de sanayi şirketleri büyük miktarlarda kredi aldılar. Üretimin, bu kadar çok parayı kullanma olanağı yok muydu? Bu bir dert değildi? Çünkü "mali sermaye" bu amaçla bir sürü karışık ürünler ortaya attı. Birçok farklı kredi türleri karıştırılarak "tutrizasyon" diye bilinen meşhur bir yöntemle ne içerdiği bilinmeyen krediler oluşturuldu. Ama bu önemli değildi! Bu kredileri satın alanlar, bunları daha pahalıya satabileceklerine inandıkları müddetçe mali makine çalışıyordu. Ama bu işleyiş gittikçe üretimden ve özellikle de artı değer yaratmadan kopuk bir şekilde oluyordu.

Hâlbuki mali sektör ile üretim gittikçe daha çok iç içe geçiyordu. Bu özelikle büyük şirket evlilikleriyle oluyordu. Büyük şirketlerin stratejileri pazarı büyütmek değil, mevcut pazardaki paylarını arttırmak için rakiplerin pazarını azaltmaktı. İşte bu amaçla büyük mali kuruluşlar, rakiplerini OPA yani, saldırı yöntemleriyle satın almaya başladı. Özellikle 1990'lı yıllarda, bu girişimlerde bulunan büyük guruplar, kendi mali olanaklarına ek olarak kredi imkanlarını da kullandılar ve bu operasyonlar çok daha büyük tekelleşmeyle sonuçlandı. OPA'yı kazanan gruplar, yeni kazandıkları pazar oranında ve hatta bazen zaferleri, pazarda tekel oluşturunca, bu orandan da fazla, kârı arttırdılar. Ama gerek saldırı veya gerek kendini korumak için alınan krediler, şirketlerin borçlarını önemli boyutlarda arttırdı. Günlük ekonomi gazetesi Les Echos'nun verilerine göre bugün CAC (Fransız borsasında işlem gören) şirketlerin bankalar hariç net borçları 250 milyona (avro) tırmandı. Son iki yılda bu alandaki tırmanma yüzde 25'i buldu.

Bu mali tekelleşme üretimin daha rasyonel yapılmasına yol açmıyor kesinlikle üretim kapasitesini arttırmıyor. Bir defa daha devasa miktarda para, sermaye sahiplerine daha çok kâr getiriyor ama üretimde bir artış olmuyordu. Diğer yandan ise, mali sektörün üretim üzerindeki denetimi daha da arttırıyordu.

LBO diye bilenen operasyonlar, mali işlemlerle uğraşanlar için müthiş bir kaldıraç ve aynı zamanda aşılacak ve onun da ötesinde yıkıcı bir kapitalizm demektir. Özce LBO, çok az bir öz kaynakla, özellikle de kredi sayesinde bir şirketi satın almak demektir. Açıkça belirtilen hedef, kullanılan krediyi, satın alının şirketin sermayesini kullanarak ödemek demektir. Bu, şirketi parçalayarak kasasını boşaltmak, kazanç getiren faaliyetlerini satmak, diğer bölümlerini ise kapatarak ve arsasını da emlak spekülasyonunda kullanmaktır. Böylece mali sermaye üretim sermayesine dönüşmediği, artı değer yaratmadığı gibi üretim sermayesini de tasfiye ediyor.

21. yüzyılın rantiye kapitalizmi çok cilveli bir intikam yolu keşfetti. Ancak ölenler ne banka sahipleri ne de mali işlemlerle uğraşanlardır. Ölen üretim, ekonomi, yani toplumdur.

Bugün moda olan, mali çöküşün suçunu spekülatörlere, özellikle de "hedge fonlara" yani en riskli spekülasyonlarla uğraşan kuruluşlara yıkmaktır. Ama bu sözü edilen kuruluşların büyük bir kısmı, bilinen büyük bankaların yan kuruluşlarıdır ve bunlar spekülasyonları sadece zengin sermaye sahiplerinin paralarıyla değil, aynı zamanda banka ve şirketlerin paralarıyla yapıyorlar.

Mali sektör gittikçe daha da uzmanlaşan organlar oluşturdu. Bunlar mali sektörün bir parçası, nasıl mali sektör, büyük sermayenin bir parçasıysa kapitalizmin kendisi tefecileşip, kendi kendini yok ediyor.

Her ne kadar mali sektör ile üretim sektörünü oluşturanlar aynı şeyler olsa da yine de işlevleri aynı değil. Çünkü sadece sömürü, yani emekçilerin ürettiklerinin bir bölümünün kapitalistlerin eline geçmesiyle artı değer oluşur, mali faaliyet sadece üretimde, emekçileri sömürerek gerçekleşen artı değere el atmaya yarıyor.

Bir kapitalist grup için kârın nereden geldiği önemli değildir. Mali işlemler sanayiden gelen kârdan daha fazla olunca, mali sektöre yönelir. Ancak bu gibi davranışlar genelleşince, kapitalist sınıf artı değerin yaratılmasını frenleyerek kendi yönelimini bozar.

Sanayi girişimlerinden vazgeçip mali faaliyetlere yönelmeleri, sanayi şirketlerinin idarelerinde çok önemli değişikliklere yol açtı.

Bu ekonomik eğilimin salt mali girdapların hatta spekülasyon alanlarında uzlaşmış olanların, önemli grupların hisse senetlerinin bir bölümünü almalarından dolayı daha da arttı.

Üretim alanındaki şirketler de, mali alanın bu ikili baskısı sonucu, mali sektörün mantığını benimsemeye başladı. Bunun sonucu olarak, artık şirket yöneticileri de borsanın gidişatını çevirmeye başladı. İşte bu saçma gelişmenin sonucu olarak bir şirketin hisse senetlerinin artışını sağlamak için şirkette çalışan bir kısım emekçinin kapı dışarı atılması demek olan "yeniden yapılanma" diye bir şey oluştu. Bu uygulama kapitalist sınıfın genel çıkarları açısından tamamen abes bir şeydir. Sözü edilen emekçi sayısını azaltmakla üretilen genel artı değer miktarı da azalmış olur. Lenin'in çok güzel ifade ettiği gibi, "kapitalistler, onları asmaya yarayacak ipi bile satmaya hazırlar" işte kapitalistler böylece birkaç yıl boyunca dünya mali sistemini boğmakta olan ipi sattılar! Bunu en saçma bir şekilde Alcatel'in eski genel müdürü Serge Tchuruk, "Emekçisi olmayan fabrikalardan" söz ederek ifade etti! Ama fabrika, yani emekçi olmadan, ne kâr ne sömürenler ve sonuç olarak da ne Tchuruk ve benzerleri olabilir.

1929 krizinin çok sakin bir ortamda patlak verdiğinden söz ediliyordu. Ama şu anki mali kriz için aynı şeyi söylemek olanaksız. Bu kriz geliyorum dedi. Bol keseden verilen bu kredilerin gittikçe daha çılgınca bir spekülasyona yol açacağı ve bunun da duvara toslayacağı açıktı. Burjuva iktisatçıları, hatta bir Nobel ödüllüsü, uyarıda bulunmuştu. Örneğin Fransa'da GSMH büyümesi yıllardan beri yüzde 3 ila 4 civarında olmasına rağmen sermaye yüzde 15 ile 20 civarında gelir istiyordu. Sonra da bir Fransız iktisatçısı şunu haykırdı, "Mali sektörün küstahlığı nedeniyle krize yol açan yalan oluştu: Ortalama kazançtan daha çok kazanmanın mümkün olduğu yalanı doğdu."

Ama duvara toslama gidişatını durdurabilecek hiçbir şey yapılmadı. Zaten temel itici gücü kâr olan bu ekonomik çevrelerde bir şey yapma olanağı da yoktu. Kriz için bir grup, bir şirket veya bir kapitalist, spekülasyon kazanç getirdiği müddetçe, bunu nasıl durdurabilir?

Bu kriz geliyorum dedi çünkü emlak sektöründe yaşananlar aynen "yeni teknolojiler" sektöründe yaşananlara benziyordu. Konut fiyatlarının artması sonucu büyük miktardaki sermaye bu sektöre akın etti. Burada fiyat artışlarının sebebi olan spekülasyonun itici gücü haline dönüştü. İngiliz Ekonomist dergisinin verilerine göre 1997 ile 2006 yılları arasında konut fiyatları ABD'de yüzde 100, Fransa'da yüzde 127, İngiltere'de yüzde 192 ve Güney Afrika'da ise... yüzde 327 arttı. Mali sektörün piyasaya sürdüğü ucuz krediyi, hem konut ihtiyacı olan hem de bu alanda spekülasyon yapmak isteyenler kullandı, ama bu aynı zamanda bir tuzak içeriyordu. Krediler sonucu hem inşaat sektöründe hem de borçla konut alanlarda büyük bir büyüme oldu. Bu şişen emlak balonu 2007'de patladı.

Mali kriz, ABD'deki emlak krizi tarafından tetiklendi ve ABD ipotek kredileri yoluyla her tarafa yayıldı. Çünkü bütün dünyada bankalar bu değerlere sahipti! Son yapılan tahminlere göre sadece Avrupa bankalarında bu kokuşmuş değerlerin toplamı 800 milyon avro civarındaydı!

Bu değerlere karşı olan güvensizlik bütün tehlike taşıyan değerlere karşı olan güvensizliğe yol açtı. Ama bu tehlike içeren değerler, mali sektörün büyümesinin temel direğini oluşturduğu için her yerde, bankalarda mali kuruluşlarda, şirketlerin ve hatta yerel yönetimlerin kasalarında mevcutlar.

"Yan ürünlerin" miktarına gelince bunlar çok daha farklı boyutlarda, çünkü ABD ipotek kredileri içeren kokuşmuş değerlerden farklıdırlar. Bu ürünlerin değeri 4 trilyon dolar olarak tahmin ediliyor. Karşılaştırmak için bir rakam vermek gerekirse, bugün bütün dünya kasalarında işlem gören büyük şirketlerin toplam değeri, yani onların hepsini satın almak istenirsi, sadece 60 katrilyon dolar gerekir.

Eğer bir sektörden sıçrayan bir kıvılcım, bütün dünya mali sistemini tutuşturmuşsa bunun nedeni önceki dönemde biriken yanıcı unsurların oluşmasındandır. Bütün değerlere karşı güvensizlik oluşması, banka sektöründe paniğe yol açtı. 1929 krizinden farklı olarak bu defa bankalarda parası olan müşteriler değil, bankaların kendileri panik oldu. Öyle ki, bankalar arasısındaki işlemleri aniden durdurdular.

Ama banka sisteminin bölük pörçük olması nedeniyle, bankalar arası işlemler durunca kredi sistemi kilitlenir (ve kredi o kadar pahalı olur ki sonuç yine aynı olur).

Kapitalist ekonomi o kadar saçma bir seviyeye geldi ki, kredi miktarında fazlalık oluşunca üretim yapan şirketlerin kredi olanakları tıkanır.

Banka krizini ise borsa krizi takip etti. 21 Ocak 2008 günü bütün dünya borsalarında "kara pazartesi" günü yaşandı. 11 Eylül 2001'den sonra ilk büyük çöküş oldu. Bunu başka bir sürü kara günler takip etti. Öyle ki, bazı yükselmelere rağmen, 2008'in Ekim ayı bütün olarak borsalar için kara bir ay oldu. Borsa işlemlerinde kredi önemli bir rol oynadığı için, banka kredilerinin donması borsa işlemlerini aksattı. Ama başka şeyler de vardı. Borsa, kapitalist ekonominin bir barometresidir. Mali krizin arkasında üretim alanındaki kriz yatıyordu.

Birkaç yıl boyunca yoğun bir şekilde uygulanan spekülasyonlar, şirketlerin artan kârı ile gerçekleşti ve sonunda şirketlerin hisse senetleri, gerçek değerlerinin çok üstünde değer kazandı. Arz ve talebe göre değeri sürekli değiştiği için teorik bir kavram olan bir hisse senedinin ortalama değeri, dağıtılan kâr payına, yani mülk sahiplerine getirmesi beklenen kazanca bağlıdır. Ama spekülasyonlar bu değeri, ortalamanın çok üzerine çıkardı. Şişen borsa balonunun patlaması sonucunda değerler aşağı indi. Birçok şirketin hisse senetlerinin değeri, yüzde 50 ve hatta yüzde 80 değer kaybına uğradı.

Birkaç hafta boyunca süren değer kaybına rağmen hisse senedi değerlerinde istikrar sağlanamadı. Bu şu anlama geliyor: Spekülasyon devam etmekle kalmıyor, bu defa değer kaybı temelinde spekülasyon yapılıyor ve de borsanın yaptığı ayarlar bitmedi. Çünkü büyük sermaye gerilemenin devam edip üretimin azalacağını ve onunla birlikte şirketlerin kârının düşmesini bekliyor.

Eylül 2008'den bu yana banka krizi ve borsa krizi iç içe geçti. Büyük emperyalist devletlerin başkanları her ne kadar yatıştırıcı açıklamaları arttırmış olsalar ve özellikle devasa miktardaki parayı devreye sokmuş olsalar da, bankalar arası güveni bir türlü sağlayamıyorlar. Bankaların kredi alabilme olanağının sağlanması veya devletlerin gereken finansmanı karşılamaya hazır olması bile bankaların ekonomiye kredi vermelerine yetmiyor.

Bu durumda Sarkozi'nin yaptığı ahlaki nutuklar bankalara vız gelir! İktisatla ilgili basında KOBİ patronlarının, bankaların onlara ihtiyaç duydukları kredileri vermedikleri ve hatta açıklarının hemen kapatılması istendiğini şikâyet eden bir sürü yazı yer alıyor.

Görünen o ki bankalar, devletin onlara verdiği büyük miktarları "fırsatı değerlendirmek için" yani zor durumda olan rakiplerini satın almak için kullanıyorlar. Krizin ilk günlerinden itibaren mali sektörde başlayan tekelleşme devam ediyor ve devletler buna olanak sağladığı müddetçe de devam edecek.

Banka ve borsa krizinden sonra yeni bir kriz, yani para sistemi krizi kapıdadır. Döviz arası piyasa tamamen sarsılmış durumda. Döviz arası kurlar, sıtma hastalığına yakalanan bir kişinin sıcaklığına benziyor. Bu hızlı iniş çıkışlar, kaçınılmaz bir şekilde dünya ticaretini etkileyecek.

Avro bölgesinde, en azından belirli bir ölçüde, avro kullanan ülkeler arasındaki ticari ilişkilerde bir güvence var. Ama bu güvence ne kadar sürer? Her ulus devletin kendi burjuvazisine yaptığı destekler, kaçınılmaz bir şekilde her üye devletin bütçesini etkileyecek, üstelik bu etki her ülkede aynı hız ve seviyede olmayacak. Avroyu; dolar, İngiliz sterlini veya yen karşısında korumak, kaçınılmaz bir şekilde en zengin kapitalist ülkelere dayanacak. Ama bunlar ne zamana kadar yoksul ülkeler için fedakârlık yapacak?

Üstelik farklı avro üye ülkelerinin ABD ile olan ithalat ve ihracat ilişkileri aynı temellerde değil. Bu nedenle avro ile dolar arasındaki değer değişikliği, iniş ve çıkışları her üye ülkeyi aynı oranda etkilemiyor. Uzun bir süre boyunca dolar, avroya göre değer kaybetmişti. Şimdi ise mali kriz nedeniyle durum ters yönde işliyor.

1970'li yıllarda ortaya çıkan kriz, önce para krizi şeklinde başladı ve uzun bir süre sürüncemede kalarak bugün yaşanan feci krize dönüştü. 1970'de başlayan para krizi savaştan sonra Bretton Woods Anlaşmaları ile oluşturulan uluslararası para sistemini ortadan kaldırdı. Bu sistem sabit para değerlerine, paraların dolara göre, doları ise altın değerine göre ayarlanmasına bağlıydı ve böylece önemli ölçüde uluslararası ticaretin gelişmesine büyük katkıda bulundu. Bu sistemin çöküşü ve 1975'lerde yerine dalgalı kurun geçmesi yani arz ve talebe göre paranın değerinin değişmesi, doların uluslar arası ticarette temel para birimi olarak kullanılmasına ve de bütün Merkez Bankaları için rezerv olarak kullanılmasına son vermedi. Ancak bu yeni sistem, para spekülasyonu yapmak isteyenlere sınırsız olanaklar yarattı ve böylece kur farklılıklarını çok kısa süreler de dahi kullanmak mümkün oldu. Bu da ekonominin mali sektöre kaymasında belirleyici bir rol oynadı. Devletler ve merkez bankaları tarafından rezerv olarak kullanılan döviz, genellikle dolar olarak, o kadar yüksek miktarlara ulaştı ki, küçük kur farklılıkları bile mali sistemde büyük etkiler yapmaya başladı. Les Echos gazetesine göre bugün bu rezervler 7 trilyon 100 milyar dolara ulaştı. Bu miktarın da ötesi artış hızı daha da anlamlıdır. Bu miktar on yıl öncesine göre 5 kat ve 37 yıl öncesine göre yani doların altına çevrilebilme uygulamasının kalkmasından bu yana ise 150 kat arttı! Merkez Bankaları rezervleri ulusal paraların değerini korumak içindir. Bu rezervlerin tırmandığı noktalar göz önünde bulundurulunca spekülasyonun ve böylece de mali sermayenin ne kadar asalak olduğu görülüyor.

Her ne kadar dolar, uluslararası para sisteminin temel direği olmaya devam ediyor olsa da birkaç yıldan beri sağlığı iyi değil. 1980'li yılların ortalarına kadar borç veren konumunda olan ABD artık borçlu ülke durumuna düştü. ABD'nin dış borcu 2,5 trilyon dolara yani GSMH'nin yüzde 20'si seviyesine çıktı. ABD bütçe açığını artık yıllardan beri devlet tahvillerinin Japonya, Çin ve birçok petrol üreticisi ülkenin rezerv olarak kullanması sayesinde kapatıyor. Ancak ABD'nin giderek borçlanması, dolara karşı olan güvenin azalmasına ve sonuç olarak döviz pazarında değer kaybına yol açıyor. Bu döviz pazarı, son yıllarda feci bir şekilde arttı. Bu artışın nedeni, dünya ticaretine katkıda bulunmak için değil mali işlemler yani döviz spekülasyonları içindir. (Pazarlarda yapılan para işlemlerinin sadece yüzde 3'ü ticari işlemler içindir.)

Birkaç yıl boyunca doların değer kaybetmesi sonucu olarak avro dolara göre değer kazandı. 2002'de avronun karşılığı 0.86 dolar, 2007 yılı sonunda ise 1.48 dolara çıktı. Böylece ABD dövizi, avroya göre değerinin neredeyse yarısını yitirdi!

Ama bu son kriz durumu değiştiriyor. Ekim 2008 sonunda avronun değeri 1.23 dolara düştü. Hatta yıl sonundan önce eşdeğer olacaklarından söz ediliyor.

Krize yakalanan sanayileşmiş ülke yöneticileri, kurların istikrarsızlaşmasının dünya ticaretini etkilediğini çok iyi biliyorlar. Bu olgu da krizin daha da kötüleşmesinde önemli bir unsur oluşturuyor. Bu yöneticilerin spekülasyonları durdurma olanakları yoktur ve gerekli olanakları da oluşturmak istemiyorlar. Bretton Woods yerine yeni bir dünya para düzeninin oluşturulması gerekliliğinden söz ediyorlar. Ama bu konuda yaptıkları tek şey böyle bir gereklilikten söz etmekle yetinmektir. Bretton Woods Anlaşmaları sadece sözde anlaşmaydı, ABD savaştan zayıflamış olarak çıkan ve karşı koyacak gücü kalmayan İngiliz, Fransız emperyalizmine şartlarını dayattı. Ancak şimdi ABD bu son krizde güç kaybettiği için artık eskisi gibi şartlarını dayatabilecek konumunda olduğu şüpheli.

Doların güçlenmesine yol açan spekülatif hareket, ABD dövizine olan güvenin arttığının değil, avroya karşı olan güvensizliğin arttığını gösteriyor. "Körler dünyasında şaşılar kraldır" diye bir deyiş var, işte bu mali sektör fırtınası ortamında güvenli bir yer arayan sermaye, ABD hazine bonolarını tercih ediyor. Örneğin Çin, dolar rezervlerini 100 milyar dolar daha arttırdı. Dolar değer kaybederse Çin'in rezervlerinin bir kısmı buhar olup uçuyor. Ama iki ülke birbirine zincirlerle bağlıdır. İşte bu nedenle kalkınmakta olan ülkeler diye adlandırılan Çin, Hindistan veya Brezilya'yı ekonomik kalkınma cenneti olarak gören ve bunlar sayesinde dünya ekonomisinin yeniden canlanacağını iddia eden yorumcular, tamamen abestir. Doların ani bir çöküşü, ABD pazarının aniden Çin ürünlerine kapatılması veya ABD veya Japon sermayesinin birlikte veya sıra ile Çin pazarını terk etmesi Çin'in büyümesini yerle bir eder.

1929 krizinden sonra ABD sermayesinin Almanya'dan çekilmesi, krizin Almanya'ya sıçramasının belirleyici nedeni olmuştu. Aynı olay, Doğu Avrupa ülkeleri için de yaşanabilir, çünkü bu ülkelerin banka sistemi, büyük pazarları ve sanayi sektörü tamamen Batılı büyük şirketlerin, özellikle de Avrupalı şirketlerin denetimi altında. Şimdiden Macaristan ve Ukrayna iflas eşiğinde ve sadece IMF'nin verdiği para ile ayakta durabiliyorlar.

Emeklilik fonları, özellikle çok riskli yatırımlarda uzmanlaşmış olanlar spekülasyon ve nakit para ihtiyaçları nedeniyle, -çünkü bankalar artık onlara para vermiyor- büyük miktardaki sermayelerini geri çekiyorlar.

Otomotiv sanayisi Halk Demokrasileri ülkelerinden geriye kalan araba sanayilerini düşük fiyatlarla satın almakla yetinmeyip Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan veya Slovenya'da yani fabrikalar da inşa eden sanayi kollarından biridir. Ancak bu sanayi dalındaki kriz nedeniyle sermaye, sözü edilen ülkeleri terk ederlerse o zaman bu yarı kalkınmış ülkelerdeki tahribat, Batılı ülkelerdekinden çok daha fazla olacak.

Sanayideki talebin giderek azalması ve buna ek olarak spekülasyonun etkileri ham madde fiyatlarını çok değişken kılıyor. Örneğin petrol fiyatı zirveye tırmandıktan sonra birkaç hafta gibi çok kısa bir zamanda üçte iki değer kaybetti. Yoksul ülkelerdeki kitleler gıda ürünleri üzerindeki spekülasyon nedeniyle büyük bedel ödediler ve şimdi ise bu ülkelerdeki devletler kahve, pirinç veya hammaddeden elde ettikleri gelirin azalması nedeniyle onlara ikinci bir bedel ödetecekler.

Kriz şimdiden emlak ve mali sektörleri de aşmış bulunuyor. Kriz otomotiv sanayine sıçradı. Tüketimin azalmasına ek olarak, artık bu sektördeki kötümser gidişatın önlemlerini almaya başladılar. Otomotiv işkolundaki daralma bir sürü taşeron şirkete ve bu sektörde çalışan şirketlere yansıyor. Örneğin metal işkolundaki şirketler, önemli ölçüde otomotiv ve inşaat sektörüne bağlı oldukları için şimdiden üretimde önemli azaltma ve tensikatlar planlıyorlar. Otomotiv sektörünün ve ona bağlı olan taşeron ve diğer şirketlerin ekonomideki önemi göz önünde bulundurulunca işsizliğin ne kadar çok artacağını tahmin edebiliriz. Ücretli veya ücretsiz günlerin artması ve ek olarak işsiz sayısının artması, kitlelerin satın alma gücüne büyük bir darbe vurup, krizi daha da arttıracak.

Devletlerin yaptığı müdahaleler ise, mali piyasaları daha "ahlaklı" -ki bu alanda ahlak da ne demektir?- kılmayacak ve tam aksi etkide bulunacak. Mali sektör için verilen devasa miktarlardaki para, hem spekülatörlerin yapmış oldukları iğrençlikleri aklamış olacak hem de onlara spekülasyonlara devam etmeleri için bir teşvik oluşturacak.

Aynı şekilde Merkez Bankaları'nın faiz oranlarını düşürerek, bankaların şirketlere kredi sağlamalarını teşvik etmeleri de spekülasyonu kamçılayabilir. En azından şimdiye kadar, bankaların Merkez Bankaları'ndan kolayca aldıkları kredileri, şirketlere kredi vermek için kullanmadıkları, aksine "fırsatları" değerlendirdikleri, yani zor durumda bulunan rakiplerini ucuza satın aldıkları biliniyor.

Kapitalist dünyanın paniğe kapılan yöneticileri, mali sistemde reformlar yapacakları sözünü veriyorlar. Ancak dünyada biraz sözü geçen büyük emperyalist ülkeler bu soruna kendi çıkarları açısından, yani her ülke kendini, kendi burjuvazisinin çıkarlarıyla sınırlıyor ve üstelik de ne yapabilirler ki? Tek emin olunan şey devlet müdahalesinin artacağı. Zaten devletler hemen müdahale ettiler. Mali krizin ilk gününden itibaren Merkez Bankaları kredi musluklarını açtı. Bankalar arası güveni sağlamak ve bankaların şirketlere kredi vermeleri için kredi olanaklarını kolaylaştırdılar. Ama Wall Street Journal'ın verdiği örnek çok anlamlıdır: Goldman Sachs Bankası 10 milyar dolar ucuz kredi aldı ve ardından müdürlerine 11.8 milyar dağıttı!

Bankalar, onlara verilen kredileri başka amaçlar için kullandıklarından sanayiye kredi vermedikleri veya çok az verdikleri için devletler, devletleştirme veya kamu sektörü bankacılığı oluşturup, kriz nedeniyle zor durumda bulunan kapitalistlerin yardımına koşmaları imkânsız değil, örneğin son savaştan sonra Fransa'da bütün depo bankaları burjuvaziye hizmet verebilmek için kamulaştırılmıştı.

Bankaların ardından otomotiv fabrikaları mendil açtı. ABD'den tutun da Avrupa ülkelerine kadar sanayiyi canlandırmak iddialarıyla "iddia programlarından" söz edilmeye başlandı. Devletlerin başka bir müdahale şekli de kamu girişimlerini arttırmak olabilir. Zaten devletler sürekli bir şekilde, destek amacıyla kamu olanaklarını kullandılar. Ama kriz dönemlerinde, özellikle de savaş dönemlerinde devletler, diğer normal dönemlerden daha yoğun bir şekilde kitlelerin cebinden alıp kapitalistlere kâr olarak aktarıyorlar. Uzun dönem sürüncemede devam etmiş olan krizin başından itibaren sınıf savaşımı giderek arttı. Bu savaş hep tek yönde oldu. Savaşı burjuvazi başlattı. Burjuvazi krizin bir sonucu olan yaygın işsizliği ve işini kaybetme korkusunu kullanarak krizin bedelini işçi sınıfına ödetti. Burjuvazi bunu yaparken, geçmişte işçi sınıfı ile bağları olan partiler de dâhil mevcut bütün partileri alet olarak kullandı.

Son otuz yıllık dönem, hem işçi sınıfının yaşam koşullarını hem de genel olarak bütün toplum için uzun bir gerileme dönemi oldu. Şunu unutmamak gerekir ki kapitalistlerin paylaşmak için mali müdahalelerle kavga ettikleri artı değerin geneli, sadece emekçilere giden ücret payının sürekli azaltılmasıyla değil, aynı zamanda çalışma şartlarını da daha feci kılarak kârı arttırarak elde edildi. Mali sektörün aşırı şekilde şişmesi aynı zamanda sosyal hakların kırpılması, topluma, özellikle de en yoksullara yararlı olan hizmet harcamalarının önemli boyutlarda kısıtlanmasıyla da oldu. Hastanelere, okullara, topluma hizmet veren alt yapıya giden harcamalardan, borçlanma yoluyla mali sektöre kaynak aktardı.

Yerküresinin en güçlü ve en zengin ülkesi olan ABD'de bile 40 milyona yakın insanın tüyler ürpertici şartlarda yaşamak zorunda kaldığı ve yine bu ülkede devletin, AIG gibi bir sigorta şirketini kurtarmak için 150 milyar dolar gibi devasa bir para harcadığı ama diğer yandan 40 milyon yoksulun iyi bir sağlık hizmetinden yararlanabilmeleri için gerekeni yapmadığı görülüyor. Krizin bedelini kim ödeyecek, sorusunu sormak iğreti bir sorudur çünkü emekçi sınıflar zaten fazlasıyla bu bedeli ödemiştir.

Böyle olmasına rağmen bedel ödemeye devam ediyorlar. Krizin daha da kötüleşmesi burjuvazinin yürüttüğü sınıf savaşını daha da arttıracak. Burjuvazinin, ülkenin somut durumuna ve krizin derecesine göre uygulayacağı devletçilik siyaseti de fazla bir şey değiştirmeyecek. Devletlerin müdahalesi, emekçi sınıfların yaşamlarını iyileştirmek için değil, burjuvaziye krizden daha kolay çıkmasına yardımcı olmak için olacak. IMF, DTÖ, Merkez Bankası sihirbazları geçmişin eskiciler çantasında güzel bir karar veya felaketleri engelleyebilecek denetimler araya dursunlar, G4, G8 veya G20 zirveleri birbirini takip etse de kapitalist ekonomiyi istikrarlı kılabilecek bir sistem bulamayacaklar.

Bunun başka bir kanıtı ise komünist partilerle birlikte de olduğunda bile sosyalist parti hükümetleri de aynı siyaseti uyguladılar, kamu kuruluşlarını özele peşkeş çektiler ve devleti daha da borçlandırarak özel sektörü kolladılar, vb.

Gittikçe sayıları artan bazı sesler pazar ekonomisinin biraz denetim ve kurallar çerçevesinde şahane olacağını söyleyip 1950 ile 1960'lı yılları hatırlatıyorlar. Ancak bu kişiler, kapitalist ekonominin krizinin bu sözü edilen yıllarda oluşup 1970'lerde patlak vermesini açıklamaktan acizler. Aynı şekilde şimdi çok övgüyle bahsettikleri, şahane buldukları bu geçiş döneminin nasıl genel bir "bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler" ve çılgınca liberalizme dönüştüğünü ki, bunlar önce göklere uçuruldu ve şimdi ise yerin dibine batırıyorlar, açıklayamıyorlar.

Bunları, liberalizm ve "ultra liberal taraftarı" bazı iktisatçıların Reagan veya Thatcher üzerindeki etkileriyle açıklamak tamamen abestir. ABD'nin başına, ikinci sınıf dizilerde oynanan bir artistin geçebilmesi kapitalizmin son yıllardaki evrimini gösteriyor ve de bunun duruma uygun olduğunu. Yani bu, kapitalizmin kendisinin vardığı bir aşamadır. Çünkü baştaki siyasetçiler, kapitalist sınıfın özentilerini ve isteklerini yerine getirmekle yükümlüdür.

Şu anda işçi sınıfı, burjuvazinin giderek daha da şiddetli bir şekilde yürüteceği sınıf savaşına karşı hazırlıklı değil. İşçi sınıfının çıkarlarını savunduğunu iddia eden partiler ki bu iddiaları gittikçe daha da azalıyor, ona çoktan ihanet ettiler. Sendika yönetimleri için de durum farklı değil. Üstelik krizin daha da kötüleşmesi aniden işsizliğin büyük ölçülerde artmasına yol açabilir ve bu ise, ilk başlarda işçi mücadelelerine yardımcı olmuyor. Ama vurulan darbeler, mücadele azmini arttırıp bilinci geliştirebilir. İkisi de aniden değişebilir. Şunu unutmayalım ki, 1930'lu yılların ekonomik çöküşü ilk önceleri emekçi sınıflar arasında şaşkınlığa ve tereddütlere yol açmış olsa da, ardından çok büyük mücadeleler yaşandı.

İşçi sınıfı hemen tepki göstermemişti. İşten atılmalar, işsizliğin ani artışı, fabrika kapanmaları, her çeşit saldırılar ilk aşamada emekçileri şaşkına çevirip morallerini bozmuştu.

Emekçilerin karşı saldırıya geçmeleri için birkaç yıl gerekmişti. Ama bu oldu ve kitlece oldu. 1930'lu yılların ortalarında ABD, İspanya veya Fransa gibi farklı ülkeleri de sarmıştı. Diğer birçok ülkede de kitlesel grevler yaşanmıştı.

Almanya'da tepkiler geç gelmişti. Bu ülkede burjuvazi Hitler vasıtasıysa işçi sınıfının belini kırdı. Ama Nazizmin iktidara gelmesi faşist tehlikeyi açıkça ortaya koyduğu için Fransa veya İspanya'da işçi sınıfının harekete geçmesinde önemli bir rol oynadı.

Troçki, o dönemde oluşum halindeki 4.Enternasyonal örgütleri için o yıllarda yaşanan işçi sınıfı mücadelelerinden esinlenerek Geçiş Programı'nı yazdı.

Bu program 1938'de yayınlandığında işçi sınıfının mücadeleleri gerileme aşamasındaydı ve yanlış yollara sürülüp, ihanete uğrayıp yenilgiyle sonuçlanmıştı. Artık İkinci Dünya Savaşı başlamak üzereydi, ama yine de Troçki bu programı savaştan sonra Birinci Dünya Savaşından sonra olduğu gibi, ortaya çıkabilecek işçi isyanlarına katkıda bulunabilmek için yazmıştı.

Bu program, mücadeleye başlamış işçi sınıfının içerisinde faaliyet yapan devrimci bir örgüt için bir aletti. Amaç, işçi sınıfının burjuvazinin ellerinde bulunan şirketleri ve bankaları denetim altına alabilmesinde yardımcı olacak hedefler sunmaktı. Yani devrimin ön koşullarının oluşmuş olduğu bir ortamda, bunu devrimci ortama dönüştürmekti.

Yaşanan krizin tarihi daha yazılmadı ve kimse nasıl, nerede ve ne zaman giderek kaçınılmaz bir şekilde artacak olan burjuvazinin saldırılarına karşı, işçi sınıfının patlamaları olacağını tahmin edemez. Burjuvazileri ve devletlerini sarsmaya yetecek kadar güçlü mücadelelerin olup olmayacağını da kimse kesinlikle söyleyemez.

Ancak devrimci bir örgütün var olma nedeni, sınıf mücadelelerinin tarihi değiştirebileceği tek dönemler olan bu dönemlere hazırlanmaktır. Geçiş Programı da işte bu gibi dönemler için yazıldı. Eğer böyle bir dönem yaşanırsa, bu programın uygulanmasının bir anlamı olacak. Krizin gidişatı Geçiş Programı'nın kısmi hedeflerini gündemin merkezine taşıyor: Satın alma gücünün korunması için ücretlere eşel mobil sistemi uygulanmalı, gittikçe artmakta olan işsizliğe karşı hiçbir ücret düşüşü olmadan, mevcut iş çalışabilecek nüfus arasında paylaştırılmalı.

Ancak geçmiş deneyimler de şunu göstermiştir: Burjuvazi veya ona hizmet veren sol siyasetçiler de eyleme geçmiş işçi sınıfının iki hedefi olan bunların içini boşaltarak yemek tarifine döndürebiliyorlar. Örneğin İtalya'da uzun dönem ücretler fiyat artışına göre ayarlanıyordu. Bir ölçüde Fransa'da da bu SMIC (asgari ücret) yoluyla uygulandı. Mevcut işin paylaşılması konusunda ise bu, Sosyalist Parti tarafından Aubry Kanunları çerçevesinde çarpıtıldı ve haftalık çalışma süresinin azaltılmasının istihdam sahaları açacağı hikâyeleri anlatıldı.

Geçiş Programı'nın temel talepleri ancak harekete geçmiş işçi sınıfının ve kitlelerin banka ve şirketleri denetim altına almasıyla olanaklıdır. Banka sırları gibi genel olarak bütün ticari sırlar, kapitalistlerin toplumu talan etmeye devam edebilmeleri için mutlaka gereklidir. Bu sırların kaldırılması, öncelikli hedeflerden biridir çünkü bu yolla sanayi, işçi denetimi altına geçebilir.

Hedefler kullanılan olanaklarla da ilgilidir. Öyle ki, grev komitelerinin veya fabrika komitelerinin oluşturulması, normalde sendikalardan ve siyasetten uzak duran en az bilinçli emekçilerin dahi kabulleneceği genelkurmaylar haline dönüşebilir.

Banka krizi, işçi kamuoyunun dikkatini sadece denetim konusunda çekmekle kalmayıp, kimin denetlediği sorusunu da ortaya koyar. Bankaların denetimi kendi denetimleri ile veya devletin denetimi ile sınırlı kaldığı müddetçe bu denetim, hâkim sınıf için bir denetimdir. Ve bu da felaketle sonuçlanır. Bankaların denetimi, büyük mali sermayenin ellerinden kopartılarak alınmalı. Sorun sadece bütün bankaların devletleştirilmesi ile sınırlı değil, aynı zamanda bütün bankalar emekçilerin ve kitlelerin denetimi altında, tek bir merkezi banka şeklinde bir araya getirilip, topluma hizmet amacıyla işletilmeli.

Bu hedefler kesinlikle tılsımlı değnek değiller ve bunlar ancak sömürülen kitleler tarafından uygulanırsa bir anlam ifade eder. Tabii ki, küçük bir örgüt tek başına işçi kitlelerini harekete geçirme olanağına sahip değildir. Ancak devrimci küçük örgütler işçi sınıfının gerçekten harekete geçtiği dönemlerde büyüyebilirler ve gerçekten ciddi iseler, olaylarda etkin bir rol oynayabilirler.

1930'lu yıllarda yaşananlar, o dönemin ihtiyaçlarına göre görevini yerine getirmeyenin işçi sınıfı olmadığını gösteriyor. Eğer ABD'den İspanya'ya ve Fransa'ya kadar olan ülkelerdeki işçi isyanları, burjuvaziyi kriz durumunda çözümlerini dayatmakta engelleyememişse -ABD'de New Deal, Almanya'da faşizm ve Fransa'da ise devletçilik ve ardından İkinci Dünya Savaşı- bunun nedeni işçi sınıfının güvendiği örgütlerin uyguladığı siyasetlerdir.

Kapitalist ekonomik düzen, topluma ödettiği bedellere rağmen kendiliğinden yok olmayacak, eğer toplumsal bir güç onu ortadan kaldırmayı başarırsa yok olacaktır.

Bizler bu toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilecek tek gücün işçi sınıfı olduğuna inanmaya devam ediyoruz. Krizin kendini gündeme dayatması ve yol açtığı insani yıkımlar, böyle bir gerekliliğe işaret ediyor. Bizler, tarihi açıdan işçi sınıfının üstlenmesi gereken görevin bilincine varıp, burjuvaziyi devrimci bir şekilde devirip üretim araçlarının özel mülkiyetine son verip, üretimi toplumun denetimi altında, toplum ihtiyaçlarını karşılamak için yeniden ne zaman düzenleyeceğini şu anda yirmi veya elli yıl öncesinden daha iyi bir şekilde bilmiyoruz. Ya da hangi yollardan, hangi şekillerden, hangi toplumsal deneyimlerden geçeceğini de bilmiyoruz.

Ancak bu bilincin oluşması için devrimci bir işçi partisinin gerekli olduğunun bilincindeyiz. Troçki, "Geçiş Programı'nın anlamı, parti algılamasıdır" diyordu. Devrimci bir işçi partisinin görevi, bu devrimci hedefleri bütün şartlarda savunup yaymaktır. Özellikle de işçi sınıfı harekete geçtiğinde, devrimci işçi partisinin iç uyumu ve özellikle olayları, ortak bir şekilde değerlendirip, hareket edip, hedefe ulaşabilmeli.

Bizim temel var olma nedenimiz, gücümüz oranında buna katkıda bulunmaktır.