Uluslararası Durum 2011 - 2

Print
14 Ekim 2011

Bu yazı, Fransa'da yayınlanan lutte de classe dergisinin 140 numaralı sayısından çevrilmiştir. (Lutte Ouvrière Kongresi - Aralık 2011)

İsyanlar ve silahlı çatışmalar: Krizdeki dünyanın çırpınışı

Farklı derecelerde de olsa bütün Arap ülkelerine yayılan isyan hareketi önemli bir siyasi olay. Bir yönüyle de istisna bir olay çünkü aynı dili konuşan aynı tarihe sahip olan ama ayrı olan bu ülkelerdeki gelişmeler birbirlerinden karşılıklı olarak etkileniyorlar. Ancak bu hareketlerin niteliği ve derinliği birbirinden farklı.

Örneğin Tunus ve Mısır'da hareket tabandan başlayıp kitlelerin önemli bir bölümünü harekete geçirdi. Bin Ali ve Mübarek'in diktatörlük rejimleri, aile ve yakın çevrelerinin dışında, neredeyse kitlelerin tümünü baskı altında tutuyordu. Diktatörlük temel olarak yoksullara karşı uygulanıyordu. Ancak belirli oranda da küçük burjuvaziye, özellikle de alt katmalardaki üniversite mezunu ama işsiz gençlere karşı uygulanıyordu. Bu aydın kökenli işsizler ve baskı altında tutulan, en temel demokratik haklardan bile yararlanamayan küçük burjuva kitleler, isyan hareketinde önemli bir rol oynadı. Diktatörlük ulusal burjuvaziyi bile etkiliyordu çünkü diktatör ailesi önemli gelir kaynaklarını tekeline geçirmişti.

Tunus'ta Bin Ali'nin ve Mısır'da Mübarek'in gitmesini istemek farklı sınıflar ve hatta sınıf çıkarları zıt olanlar için bile önemli bir talep ve birleştirici bir etken oldu.

Özgürlük ve demokratik istekleri her ne kadar birleştirici olsa da bunların somut anlamı Kahire, Tunus veya İskenderiye kentlerinin zengin mahallelerinde yaşayanlar ile ayda 50 avro civarında aylık alanlar ve yoksul köylüler için kesinlikle aynı içeriye sahip değil.

Tunus ve Mısır'da kitlelerin önemli ölçüde harekete geçmesi, ordunun üst kademelerinde yeteri kadar baskı oluşturup Bin Ali ve Mübarek'in gözden çıkarılmasına yetti.

Elbette ordu bunu, bağlı olduğu emperyalist güçlerin onayı ile yaptı.

Tunus örneğinde, Bin Ali'nin esas destekçisi Fransız emperyalizmi, adamını her şeye rağmen desteklemede fazla ısrarcı olduğu için "Tunus devriminin" zaferini kutlama fırsatını ABD'li yöneticilerine kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Fransız hükümeti, ilk aşamada diktatöre baskı yapması için Fransız polisini yeteneğine güvendi ama ardından mecburen, doğmakta olan demokrasinin koruyucusu postuna bürünmek zorunda kaldı. Aksi halde etkisini kaybedecek ve alanı, rakibi ABD'ye kaptırıp Tunus'ta bulunan Fransız şirketlerinin işlerini zorlaştıracaktı.

Mısır'da ise Mübarek, subaylar çevresinden gelen birisi olması nedeniyle hem askeri üst makamlarından hem de ABD'den aldığı sağlam desteğe güveniyordu. Çünkü ABD için çok can alıcı öneme sahip bir bölgede uzun zamandan beri ABD'ye hizmet vermişti. Ancak hem Mısır ordusunun genelkurmayı hem de ABD yöneticileri, halk hareketinin radikalleşmesi riskini göze almak istemedi ve diktatörü gözden çıkardı. Çünkü ABD, Mübarek'in kovulmasından sonra, orduyu etki altında tuttuğu, subayları kendisi yetiştirdiği ve mali olarak desteklediği için onların aynı sosyal ve siyasi çıkarları desteklemeye devam edeceğini biliyordu.

Tunus ve Mısır'da güçlü diktatörlükleri devirmeyi başaran güçlü hareket, işçi sınıfı yararına devrimci bir harekete dönüşme olanağına sahip mi bilmiyoruz. O dönemde verilen bazı bilgilere göre her iki ülkede de emekçiler harekete katıldı. Tunus'ta Bin Ali'nin devrilmesi, hareketi durdurmadı. Eski rejim taraftarlarının iktidarda kalmaya devam etmesi, hareketin devam etmesi için bir etken oldu. Bir yandan, devlet aygıtının yerel temsilcileri olan karakol ve valiliklere karşı hareket devam ederken diğer yandan birçok işyerinde grevler patlak verdi. İşçi sınıfının göreceli olarak güçlü olduğu Mısır'da, Mübarek'in devrilmesi ile birlikte ücret artışı talebi bir grev hareketi yaratmıştı.

Burada devrimci komünistlerin siyaseti, emperyalistlerin ve yerli burjuvazinin Mübarek çevresinden kurtulmaktan duydukları memnuniyetle ileri sürdükleri demokratik geçiş süresi ve bunu destekleyen radikal küçük burjuvazinin siyasetinin tam karşıtı olmalıydı. Çünkü demokratik geçiş süresinin esas hedefi, ülkede hiçbir temel değişiklik yapmamak için sadece rejimin işleyişini değiştirmek.

Demokrasinin bir karikatürü olan çok partili rejim, şöyle böyle özgür seçimler, hiçbir yetkiye sahip olmayan bir meclis düzeni, fabrikalarda sömürünün devam etmesi, gecekonduların, işsizliğin devam etmesi, kırlarda aşırı yoksulluğun devamı ve ülke zenginliklerinin emperyalist büyük sermaye tarafından talan edilmesi ile çelişkili değil.

Birçok yoksul ülke ki bunların başında Hindistan gelir, demokratik olduğunu iddia ediyor. Ancak meclisli kurumların varlığı, sadece laf kalabalığı ile sınırlı ve rejimin baskıcı ve toplumsal ilişkilerinin gerici olmasına engel değil.

Üstelik yoksul ülkelerdeki parlamenter sistem, Mısır'da oluşturulmadığı gibi ülke yine eskisi gibi generallerin denetimi altında ve Tunus'ta ise böyle bir oluşum hiç de kesin değil.

Bin Ali'nin kaçışından sonra tertiplenecek seçimlerden birkaç gün önce de görüldüğü gibi demokrasi olgusu, kariyer peşinde olan siyasetlerin lafazanlıkları ve Tunus'ta kadınlar için olumlu bazı durumlar ile ufak tefek gelişmekte olan basın özgürlüklerine gerici dinci hareketlerin karşı çıkması şeklinde gelişiyor. Sömürülenlerin durumunda ise önemli değişiklik görünmüyor. Siyasi durumun yeniden normalleşmesi nedeniyle emekçilerin karşısında Bin Ali rejiminin eski polisi ve onun da ötesinde aynı ordu güçleri duruyor.

Mısır da ise demokratik geçiş süresi iddialarına rağmen ne ordu iktidardan uzaklaştırıldı ne de gerginlik yaratan için Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki kışkırtmalara son verildi: Ordu, eskiden olduğu gibi onları birbirlerine karşı kullanmaya devam edip yürüyüşleri kanlı bir şekilde bastırmaya devam ediyor.

Mısırlı devrimci komünistler, Mübarek'e karşı olan kitle ayaklanmalarının ilk başından ulusal birlik siyasetin sömürülen kitleler için bir tuzak olduğunu ve öfkelerini saptırarak sömürülenlerin özgürlüklere ve demokrasiye kavuşabilmeleri için bir diktatörlüğün yıkılmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda sınıf bilincine de erişmek gerektiğini açıklamalıydılar. İlk baştan işçi sınıfının çıkarları temelinde örgütlenip kendi çıkarlarını savunan bir siyaset izlemeliydiler.

Burası bu siyasetin somut olarak nasıl ete kemiğe bürünmesi gerektiğini açıklama zemini değil. Ancak ücretleri ilgilendiren ekonomik hedefler ve işsizlikle ilgili konular dışında da siyasi hedefler öne sürülmeliydi. Bu hedeflerin başında, ordunun dağıtılması ve bunun gerçekleşmesi için de sömürülenlerin saflarından gelen askerlere hedef olarak, ayrıcalıklıların saflarından gelen subay ve generalleri ve de ABD emperyalizmi göstermeliydi.

Tunus ve Mısır'daki isyanlar, Fransa'daki göçmen çevrelerinde bu ülkelerin küçük burjuva siyasetlerine denk düşen küçücük bir ses biçiminde yansıdı. Örneğin Tunuslu küçük burjuva çevreleri, neredeyse içgüdüsel bir şekilde bir işçi sınıfı siyaseti önerilerine karşı bile şiddetle tavır koydular. Devrilen rejime karşı kabul ettikleri tek siyasi çizgi, ulusal birlik olup orduya karşı tavır koymayı değil, en küçük bir eleştiriyi bile kabul etmiyorlardı.

Mübarek'in gitmesinden 8 ay geçmiş olmasına rağmen o zaman yazdıklarımızı yeniden bir noktasını bile değiştirmeden tekrarlayabiliriz. (Lutte Ouvriere no 2220, 18 Şubat 2011):

"Ne Tunus'ta ne de Mısır'da yeni rejim "yoksulların geçimini nasıl sağlayacağını" açıklıyor ne de gelecekte açıklayacak. Hatta bu rejimler, yoksullara ne özgürlük ne de demokrasi getirecek. Belki de tanınan özgürlükler, demokrasi süsü vermek için bir meclis seçme hakkı; sömürülenlerin eskisi gibi -yine eski- polis ve askerin ve eski yerel iktidarların baskıları altında ezilmesini sürdürmek için yapılacak. Aydınlar ise belki de bugüne kadar yasaklanmış Necip Mafhuz'un eserlerini okuyabilecekler, tabii ki bu iyi olur.

Ancak çoğunun okuma yazma bile bilmediği ve esas sorunları, karınlarını doyurmak olduğu sömürülen geniş yoksul kitleleri için böyle bir özgürlüğün ne anlamı olabilir ki?

Sömürülenler, asgari özgürlüklere bile kavuşabilmek için olanaklar yaratıp kabul ettirmelidir.

Ne toplumsal isyanın gücünü, ne de grevdeki işçilerin ve bazı haberlere göre isyan eden yoksul köylülerin mücadele kararlılıklarını biliyoruz. Mübarek karşıtı küçük burjuvazinin geriye çekildiği bu ortamda, onların devam etme enerjileri var mı yok mu bilmiyoruz. Hatta bu küçük burjuvazinin bir kesimi, sadece diktatörün gitmesiyle yetinmeyip "kazandık" çığlıkları atarak kendini sınırlamayacak! Düşünmek için gerekli gayreti gösterecek. Hatta son aşamasına kadar sürdürülen sömürünün, yerli burjuvazinin ve ordunun etrafında odaklanmış çıkar çevrelerinin ve emperyalist burjuva düzenin, küçük burjuvazi için de dahil, demokratik özgürlüklere olanak tanımadığını belki de anlayabilirler.

Hem her türlü liberal küçük burjuvazi, hem de ikiyüzlü bir şekilde emperyalizmin akıl hocaları tarafından kutlanmakta olan "demokratik geçiş dönemi" laflarının esas amacı, bütün siyasi muhalefeti susturup, sömürülen kitlelerin kendileri için harekete geçerek kendi sınıf çıkarları için mücadele etmelerini engellemektir.

Kendileri için mücadeleye geçen kitleler hızla öğrenip kendi çıkarlarını görebilirler. İşte ancak böyle bir ortamda, sınırsızca sevinip, Mısır'da devam eden devrimden söz edebiliriz!"

Emperyalist güçlerin yöneticilerinin Arap devrimlerini ve Bin Ali ile Mübarek'in devrilmelerini çığlıklar atarak kutlamaları, Ortadoğu'da hüküm sürmekte olan en az bu ikisi kadar iğrenç olan diğer diktatörleri desteklemeye devam etmelerine engel olmadı. Örneğin Bahreyn'de iktidardaki Emir, Suudi Arabistan ordusunun desteğiyle protesto eylemlerini kanla bastırmasına rağmen Batı'dan en küçük bir kınama bile gelmedi.

Emperyalizm, bir diktatörlük olan ve gerici toplumsal ilişkileri dayatıp kadınlara karşı Ortaçağ baskılarını uygulayan Suudi Arabistan rejimine karşı en küçük bir tepkiyi bile göstermiyor.

Tunus ve Mısır'da devrimci gelişmelerin mümkün olduğundan söz edebilsek de Libya'da çatışmalar ilk baştan itibaren, aşiret temellerine yönlendirildi. Emperyalist güçler, hemen müdahale edip Kaddafi'nin devlet aygıtının yerine yeni bir devlet aygıtı oluşturdular. Kaddafi taraftarı eski Adalet Bakanı Mustafa Abdel Jalil, General Abdelfatah Yunes, eski içişleri bakanı ile birkaç dönek ve onlara katılarak ülkeye dönen bazı göçmenler, güzel görünmek için onlara eklenen birkaç İslamcı etrafında, alelacele Geçici Ulusal Konsey oluşturuldu.

Fransız yöneticilerinin askeri müdahaleyi meşru kılmak için ikiyüzlü bir şekilde söyledikleri, yani eğer Batılı savaş uçakları müdahale etmeseydi, isyan etmiş Bingazi, Kaddafi'nin askerleri tarafından çok kolayca ele geçirilecekti iddiasının da gerçeklik payı var. NATO'nun savaş uçaklarının müdahalesinden önce Kaddafi askerlerinin nasıl rahat bir şekilde Bingazi'yi ele geçirmekte olduğunu, Geçici Ulusal Konseyi askerlerinin Sirte kentini ele geçirmekte nasıl zorlandıklarını karşılaştırmak yeterli. Aslında Batılıların savaş uçaklarının esas olarak kurtarmak istedikleri, Kaddafi'nin yerine geçebilecek gücü korumaktı.

Siyah Afrikalı göçmenlere karşı, Kaddafi'nin paralı askerleri arasında Güney Sahra bölgesinden gelen Afrikalı askerler olması bahanesiyle siyahlara yapılan saldırılar, ülkedeki gelişmelerin hiç de iyiye gitmeyeceğinin belirtileri arasında.

Emperyalist güçlerin yaptığı hava saldırıları, temel olarak ön planda yer alan iki emperyalist gücü, Fransa ile İngiltere'nin petrol tröstlerinin pay elde etmelerine ve savaş uçaklarının tahrip ettikleri binaların yeniden inşası için şirketlerinin anlaşmalar yapmasına ve Dassault savaş uçaklarının reklamına yaradı.

Ayrıca Sarkozy ile Cameron, artık kendi ülkelerinde alkış toplayamaz konuma düşmelerine rağmen Libya'da alkış ve tezahürat elde edebildiler!

Bir de şunu hatırlatmakta yarar var: Kendine muhalefet diyen Sosyalist Parti, Sarkozy'nin savaş macerasını sonuna kadar destekledi. Emperyalist saldırgan siyasetler konusunda burjuvazi, Sosyalist Partisi'ne çekinmeden güvenebilir! Melenchon'a (solun cumhurbaşkanı adayı Ç.N.) gelince, eskiden ait olduğu Sosyalist Parti günlerini hatırlayarak temel olarak savaş saldırganlığı siyasetini destekledi ve sonra da geri adım attı.

Libya'daki savaş sınırlı kalmış olsa da yine bir emperyalist savaştır.

Suriye'de uygulanan bütün şiddetli baskılara rağmen yürüyüşlerin devam etmesi, en azından, kitlelerin bir kısmının diktatörlüğü yıkmak için çok kararlı olduğunu gösteriyor. Esad iktidara sımsıkı sarılmakta kendini haklı hissediyor çünkü emperyalist güçler her ne kadar laf icabı Birleşmiş Milletler'de belirli duyurularda bulunsalar da ısrarla müdahale etmek niyetinde olmadıklarını tekrarlıyorlar.

Esad'ın müttefikleri olan Rusya'nın ve Çin'in, Birleşmiş Milletler'in Güvenlik Konseyinde kullandıkları veto hakkını Batılı güçler bahane olarak kullanıp Birleşmiş Milletler'de karar almayıp sadece uyarılarla yetiniyorlar. Baba ve oğul Esadların rejimi, Ortadoğu'da süreç içerisinde bir istikrar unsuruna dönüştü. Emperyalist güçler bu istikrarlı rejimin ordusunu, Lübnan'daki halk hareketine karşı, 30 yıl boyunca, kullandı.

Emperyalist güçler Mübarek'in devrilmesinden sonra Esad rejiminin de devrilmesinde fazla istekli değil. Sadece önlem olarak ülke dışındaki muhalefeti destekleyip eğer içerideki muhalefet çok güçlenirse bu defa Esad'ı gönderip onu başa getirmeyi planlıyorlar.

Suriye'de, Mısır'dan farklı olarak, isyan iki düşman askeri güç olarak gelişiyor. Bu nedenle ordudan firar edenler askerler, Suriye ordusunu sıkıştırıyor. Ancak bu olay aynı zamanda emperyalizm için de ayrıca bir kozdur çünkü eğer mevcut baskı yetmeyip diktatör devrilirse devlet aygıtı yeniden oluşturulduğunda, bunun Esad ve baskılarından tamamen farklı bir yapı olduğu iddia edilecek. Bir de şu vardır: Buradan dini bölünmelerin nasıl körüklenip emperyalizm için tehlikeli bir ortam yaratılmaması için kullanıldığını ölçmek zor.

Tunus'ta, 4 Ocak'ta kendini yakan genç Muhammed Buazizi'nin ateşlediği hareketin sonuna kadar gittiği kesin değil. Bunun nedeni, sadece Suriye olmayıp, Yemen'de de isyan iki silahlı rakip güçlerin arasındaki çatışmalara yönlendirilse de isyan sürüyor. İşçi sınıfının göreceli olarak daha önemli konumda olduğu Fas ve Cezayir'de de çalkantılar var ve bunlar daha çok sosyal temellerde kaldı. Eğer diğer Arap ülkelerinde isyanlar devam ederse bu iki ülkedeki yoksul kitleler cesaretlenip harekete geçebilirler ve bunu da demokratik geçiş vaatleriyle engellemek kolay olmayabilir.

Arap ülkelerinin çoğu artık bir barut fıçısına dönüştü: Buna tek istisna olarak yerli halkın azınlıkta olduğu ve esas sömürülen sınıfın hiçbir hakka sahip olmayıp her an ülkeden atılma tehdidi altındaki göçmen emekçilerden oluşan ve hakim sınıfın sosyal barışı kolayca satın alabildiği zengin petrol monarşilerini gösterebiliriz.

Şimdiye kadar diktatörlüklerin boyunduruğu altında tutulmuş olan bu ülkelerde sürmekte olan mücadelelerden dersler çıkarıp diktatörlere seçenek olarak İslamcı hareketler veya demokratik parlamenter sistemle kendini sınırlamayan genç bir kuşağın oluşmasını ümit etmek hiç de hayalcilik değil.

Demokratik parlamenter sistem artık gelişmiş ülkelerde bile kara komediye dönüştü. Arap ülkelerinin çoğu, yoksul ülkeler olmalarından dolayı demokrasinin bu karikatürüne bile kavuşamazlar.

Bu sözü edilen ülkelerin modernleşmesi, sadece mevcut diktatörlüklerin yıkılmasıyla sınırlı değil: Aynı zamanda bu ülkelerde emperyalizme bağlı olan ayrıcalıklıların temizlenmesi ve iktidarlarının temelini oluşturduğu toplumsal ve siyasi gericiliğin süpürülmesi gerekiyor.

İsrail-Filistin çatışması

İsrail-Filistin çatışmaları çıkmazda. Barack Obama'nın 2009'unı başında seçilmesinin ardından, ilgileneceğine dair verdiği sözleri tutmadı. ABD Başkanı, çok değerli bulduğu bir müttefik olan İsrail ve ABD'deki İsrail taraftarı çevrelerle arasını kesinlikle bozmak istemediği için güzel laflarla yetiniyor. İsrailli yöneticiler de bunu çok iyi bildikleri için Filistinlilere taviz vermek için hiçbir neden görmüyorlar.

Ayrıca Netanyahu hükümeti aşırı sağın, özellikle her türlü tavize karşı olan İsrail yerleşimcilerinin ve hatta Batı Şeria'daki bütün Filistinlilerin kovulup bu toprakların ilhak edilmesini isteyenlerin baskıları altında. Netanyahu hükümeti, sadece laftan ibaret olan uluslararası protestoları kayda almayıp işgal altındaki Batı Şeria'daki topraklara el atıyor ve Siyonistlerin ilk dönemlerden beri uyguladığı oldu bittiye getirme siyasetini sürdürüyor.

İsrailli yöneticiler, bir Filistin iktidarının oluşmasını kabul ettiler. Ancak bunu yapmalarındaki amaç Filistin yetkililerine mümkün olduğu kadar az olanak vermek ve onları, Filistin halkına karşı İsrail ordusunun yerine polis görevini yerine getirmesi içindi. Filistinli yetkilileri, özellikle de Mahmut Abbas gibi taviz vermeye hazır olanlar, bu görevi yerine getirip Filistin halkını yeni bir İntifada'nın gereksiz olduğuna, çünkü bunun bir çözüm getirmeyeceğine ikna ettiler.

Buna karşılık, İsrailli yöneticiler, devlet bile sayılmayan önemsiz bazı koltuklar aldı. Ancak Filistin halkı, önemli hiçbir hak elde edemedi. Filistinli yöneticiler, bu siyasetlerini kitlelerin gözündeki itibarlarını önemli ölçüde kaybederek ödedi. Örneğin durumun çok daha feci olduğu Gazze'de iktidarı, siyasi rakipleri olan Hamas'a kaptırdılar.

Mahmut Abbas'ın Birleşmiş Milletler'de yaptığı girişimler daha çok kendi halkı üzerinde kaybettiği güvenceyi yeniden elde etmek için olmalı. Aynı zamanda, Gazze yönetimini ele geçirmiş olan Hamas karşısında kaybettiği etkinliğini yeniden kazanmak için de yapıyor. Fetih, ek olarak, en büyük destekçisi olan Suriye rejimi sıkıştığından dolayı ondan eski desteği alamadığı için de zor durumda.

Filistinli yöneticiler, girişimlerinin sadece iç siyasette biraz etki yapacağını ve diplomatik alanda fazla bir etki yapamayacağının bilincindeler. Tek başarıları, İsrail-Filistin sorununu uluslararası alanda yeniden gündeme getirmek oldu. Ancak bu da Filistin halkı için bir şey değiştirmez.

Filistin devletinin Birleşmiş Milletler nezdinde resmen tanınması durumunda bile sonucunda, yöneticilere sadece uluslararası hukuk kuruluşlarında belirli girişimlerde bulma olanağı verecek ve bu da somut bir şey değiştirmeyecek. Görüşmeler yeniden başlayıp bunun sonucu olarak da bir Filistin devleti tanınmış olsa bile şimdiki mevcut güç dengesine bakıldığında bu devletin durumu, yani topraklarının önemli bir kısmında bulunan İsrail yerleşim birimlerinin çoğunu ve topraklarının paramparça bölünmesini kabul etmek zorunda kalacak. Güvenliği için İsrail'in dayattığı şartları, örneğin silahlanmasını sınırlı tutmayı kabul etmek zorunda olacak. Küçüklüğü ve yetkilerinin sınırlı olmasından dolayı ekonomik gelişme olanaklarına sahip olamayacak. Üstelik İsrail göç etmek zorunda kalan Filistinlilerin yeniden geri dönüşünü kabul etmeyecek.

Bu devlet, en iyi şekliyle Filistinli yöneticilere bazı koltuklar ve olanaklar sunacak ve Filistin burjuvazisinin zenginleşmesi için belirli imkanlar tanıyacak. Aslında Filistin burjuvazisi şimdiden bazı olanaklardan yararlanıyor; yeni ekonomik "büyüme" bunu gösteriyor. Ancak halk bundan hiç de yararlanamıyor. Birleşmiş Milletler'in Filistin Devleti'ni resmen tanıması, burjuvazinin geleceğini güvence altına alıp İsrail'in ona bıraktığı dar alanları kullanmasını sağlayaca.

Şu anda görüşmelerin yeniden başlamasının bile garantisi yok. ABD ve hatta İsrail sırf iş olsun diye görüşmeleri yeniden başlatabilirler. Ancak bunların bir sonuç getireceği anlamına gelmiyor. İsrail ve ABD, zaman kazanmak için birkaç defa bu gibi görüşmelere başvurmuşlardı. Bir "barış sürecinin" varlığı, Filistinlilerin ve hatta bazı İsraillilerin ve uluslararası kamuoyu gözünde en azından bir süre belirli hayaller yaratabilir.

Arap dünyasındaki siyasi gelişmelerin İsrail-Filistin kavgasına fazla bir etkisi yoktur. Belki de çok sıra dışı bir etki yaratabilir. Örneğin yeni Mısır rejimi, İsrail ile olan ilişkilerinde daha sert davranabilir veya en azından Gazze ile ortak sınırındaki denetimi biraz yumuşatabilir. Ancak diğer yandan son iki yıl içerisinde Türkiye'nin tutumunda bir değişiklik görülüyor. Türkiye şimdiye kadar İsrail'in bir müttefiki olduğu için Filistin konusunda duyarlı değildi. Şimdi bu konuyla ilgilenip "Müslümanlar" arası dayanışma gerçeğini keşfetmiş gibi görünüyor. Örneğin Gazze'ye yapılan insani yardımın desteklenmesi Erdoğan'a, Filistinliler arasında ve daha genel olarak Arap dünyasında yeni bir prestij kazandırdı.

Bu tutum Türkiye'nin "yeni Osmancılık" diye adlandırdığı siyasete bağlıdır. İstikrarlı rejimi, en azından komşularına göre, ılımlı bir İslamcı görüntüsü veriyor ve sermaye ile yatırımları dışarıdan kendine çekiyor. Türkiye iyi bir ekonomik konjonktürden yararlanarak Ortadoğu'nun tümüne ve hatta Balkanlara ve Orta Asya'ya yaptığı ihracatta artış görülüyor. Daha zor durumda olan komşuları ve müşterileriyle iyi ilişkiler yürütüp bölgesel bir güç rolü üstlenip barıştan yana ve sorunların çözümünden yana olduğunu duyurup, hatta bazen lafta da olsa Batılı emperyalist güçleri eleştiriyor.

Türkiye'nin bu tavrı aynı zamanda, Doğu Akdeniz'de, Kıbrıs, İsrail ve Türkiye arasındaki bölgede çok büyük doğal gaz yataklarının bulunmasında ve bunların da ABD ve İsrail şirketlerinin tekeline geçirilmek istenmesine bağlıdır. Türk rejimi bu konudaki hoşnutsuzluğu açıkça belirtip savaş gemileri koruması altında kendi araştırmalarını yapacağını duyurdu.

Erdoğan'ın, İsrail'in bölgede istediği gibi at koşturmasına izin vermeyeceğine dair duyurularının esas nedeni, Filistinlilerin yaşadıklarından kaynaklanmıyor. Aslında bunun esas nedeni, ABD'ye Türkiye'nin bölgede belirleyici güç olduğu sinyalini verip ABD'nin en az İsrail'e olduğu kadar ona da ihtiyacı olduğunu ve ona da gerekli tavizleri vermesi gerektiğini hatırlatmaktır. Filistin halkı, bu gibi sahte dostlarına fazla güvenmemeli çünkü çıkarlarını elde ettikleri anda onlara hemen sırt çevirirler!

Ezilen ve emperyalizmin oyunlarının kurbanı olan Filistin halkını destekliyoruz. Onun kendi devletine sahip olma isteğini, bizim tercihimiz olmasa da, destekliyoruz. Ancak böyle bir devletin Filistin halkına getirebilecekleri konusunda hayaller oluşturması taraftarı değiliz. Filistin'deki devrimci proleterlerin görevi, halkın ve özellikle de işçi sınıfının somut hakları için mücadele etmektir. Ulusal birlik iddiaları ile tavizler verip bu haklardan vazgeçip bunların bir ulusal devlet ve ulusal bağımsızlıktan sonraya ertelenmesini kabul etmemektir.

Tek olumlu olgu, İsrail içindeki gelişmeler ve toplumsal bir hareketin ortaya çıkması ile geleneksel ulusal birliğin biraz sarsılmasıdır. İsrail'de yüksek ev kiralarına karşı mücadele eden, bir avuç azınlığın zenginleşmesini, askeri harcamalara ağırlık verilmesini ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki İsrail yerleşimlerinin oluşturulmasını protesto eden "öfkeliler" hareketi, en azından İsrail sınırları içerisindeki kitlelerin hiç olmazsa bir kısmının, kendi sosyal hedefleri doğrultusunda mücadele edip, uygulanan savaş taraftarı ve emperyalist siyasetin kendi çıkarlarına ters düştüğü bilincine varabileceğini gösteriyor.

Bu hareketin önderlerinin ve taraftarlarının şimdiye kadar böyle net bir bilinçleri olmadığı görülüyor. Ancak hareketin kendisi böyle bir bilincin oluşmasını hızlandırabilir. En azından böyle bir şey gereklidir. Filistin ile İsrail halklarının bir arada barış içinde yaşayarak birbirlerinin haklarına saygı göstermesi, İsrail'deki kitlelerin yöneticilerine ve onların emperyalist siyasetlerine karşı çıkmakla mümkün olabilir. Diğer yandan Filistinli kitleler de kendi yöneticilerinin siyasetlerine sırt çevirip İsrail'deki yoksul kitleler ile birlikte hareket etme yolunu bulmalıdır.

Şu anda iki taraf da böyle bir konumdan çok uzak. Ancak yine de bu ortamda enternasyonalist bir siyaset savunmak, düşman iki milliyetçi siyasetin bir gün, iki halk için gerçek bir çözümle sonuçlanacağına inanmaktan çok daha gerçekçidir.

Rusya: Bir krizden başka bir krize

İktidar partisi Birleşik Rusya kurultayında, Başkan Medevedev'in önerisiyle Putin'in (resmen) Rusya'nın başına geri gelişi, Putin'in "idareye dayalı demokrasinin" ne olduğunun somut bir örneğidir. Mart 2012'de yapılacak oylama, aslında üst düzeyde alınan kararların halk tarafından onaylanması yutturmacasının başka canlı bir örneğidir.

Bu aynı zamanda, bir gerçeğin ortaya çıkışıdır: Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra 20 yıl geçmesine rağmen yönetici tabaka, yani devlet bürokrasisi ve bağrından çıkmış olan burjuvazinin, yönetici zirvede güçlü bir adam olmadan varlığını sürdüremeyeceğini gösteriyor.

Rus servet sahipleri, Putin'in "iktidarın zirvesinde" gerekli düzenlemeleri yaptığını teslim ediyorlar. Çünkü Yelstin döneminde SSCB üst düzey bürokratları, ülkeyi talan edip 1991'da parçalara bölüp devletin zayıflamasına yol açmışlardı.

1990'lı yıllar ise emekçiler için bir cehennem ortamını hatırlatıyor. Bir yandan hayat seviyelerinde müthiş bir çöküş yaşanırken, o güne kadar SSCB'de ne olduğu bilinmeyen işsizlikle tanıştılar. Ortalama yaşam süresinde önemli bir düşüş görüldü. Böyle bir durum savaş olmayan bir ortamda manidardır. İşyerleri, özelleştirilenler veya özelleştirmeyenler de dahil paramparça edildi ve kanlı mafya çetelerinin yöntemleriyle farklı rakip ve düşman bürokrat takımları arasında paylaşılarak zenginlik kaynaklarını zimmetlerine geçirdiler. Yolsuzluklarda patlama oldu. Acımasız bir biçimde talan edilen ekonomi çökme aşamasına gelip üretim birkaç yıl içersinde yarıya indi. Bazı bölgelerde, örneğin Kafkaslarda olduğu gibi, farklı taraf ve mafya çeteleri arasında sürdürülen iktidar kavgasından dolayı kitleler etnik çatışmalara sürüklenip tutsaklar haline dönüştürülüp savaşlara ve şiddetli baskılara tabi tutuldular.

Devasa boyutlara ulaşıp genelleşmiş kargaşa, Ağustos 1998'de, Rus devletinin mali iflası ile sonuçlandı.

Kısa bir zaman sonra hasta, ayyaş ve hiçbir yetkisi kalmayan Yeltsin, Rusya'nın anahtarını Putin'e teslim etti. Putin ise böyle bir ortamda kurtarıcı olarak görünebilmek için zorlanmadı. Putin'in elde ettiği destek, gönül hoşnutluğuyla olmasa da bir ara Putin'e rakip olan Medvedev'in "benden çok daha fazla desteğe sahip" demesi aslında rejim ve sağladığı ayrıcalıklar için. Yani imtiyazlılar, rejimin her an patlamaya hazır olduğunu bildikleri için kendilerini, rejimi koruyan tam kapsamlı bir sigorta gibi görüyorlar. Bu sigortayı oluşturmak için basın elinden geleni yapıyor. Örneğin büyük kitlelere hitap eden bir karikatür dizisi Putin'i, Rusya'yı kurtaran "süper kahraman" olarak tanıtıyor.

Rusya, her ne kadar dünya pazarında hammadde fiyatının birkaç yıl boyunca tavan yapması nedeniyle büyük gelir elde etmiş olsa da sürekli bir şekilde ekonomik ve sosyal kötüleşme yaşıyor. Örneğin nüfusun önemli bir kısmı, kalıcı yoksulluğa sürüklendi (resmi yoksul sayısı, 2011 yılında eklenen 2 milyon kişi ile toplam 21 milyona tırmandı) ve yağmacıların ekonomiyi talan etmelerinden dolayı üretim olanaklarında mutlak bir gerileme görülüyor.

Stalinist dönem sonrası bürokrasinin rüyası olan ve Medvedev'in de göklere çıkardığı "modernleşme" üçlü bir hedefi yerine getirmeyi amaçlıyor. Ülkenin alt yapısının önemli bir bölümünün yenilenmesi isteniyor. Çünkü uzun zamandan beri, en azından SSCB'nin dağılmasından bu yana, gerekli yatırımlar yapılmadığı için artık kullanılamayacak durumda. Rusya, şimdiye kadar savunma sanayisine devasa miktarlar harcıyordu ve dünyanın en büyük ikinci silah tüccarı olmasına rağmen şimdi artık İsrail ve Fransa'dan silah satın almak zorundalar! Ekonomiyi yeni teknolojik alanlara yönlendirmek zorunda. Medvedev'in "utanç verici bağımlılık" diye adlandırdığı duruma yani Rus ekonomisinin hammadde ihracatına bağımlılığına (dış gelirin %68'i ham petrol kaynaklıdır) son vermektir.

Bundan iki yıl önce büyük kampanyalarla başlatılan bu "modernleşme" şimdi can çekişiyor. Bu nedenle harcanan büyük paraların çoğu dipsiz kuyuya benzeyen bürokratların ceplerine gidiyor. Diğer yandan biriken sermayenin önemli bir kısmı, yeniden emperyalist ülkelere doğru kaçmaya başladı (2010'da 35 milyar dolar olan bu miktar, 2011'da ilk 9 ayında 50 milyar dolara fırladı). Günlük Les Echos gazetesi bunu "gerçek bir kan kaybı" diye tanıtıyor.

2008 krizi, Rusya'yı feci bir şekilde, özellikle de hizmet sektörünü etkileyip Moskova'da ve St. Petersburg'da başta olmak üzere yüz binlerce hizmet sektörü çalışanı işten atılmıştı. Krizin başka bir etkisi ise yeni bir göç dalgasına yol açmasıydı: Büyük çoğunluğu eğitimli gençlerden oluşan 1 milyon 200 bin kişi, artık kendileri için bir gelecek olmadığına karar verip ülkeyi terk etti.

Şu andaki kriz, kamu borçları nedeniyle etkilerini avro üzerinde giderek daha çok hissettirmeye başlamış olmasına rağmen bu etkiler, Rusya'da daha önce başladı. 2008'de Rusya'daki borsalarda çöküşler yaşanıp rublenin değeri, dolar, yen ve avro gibi önemli dövizlere göre dibe vurdu.

Rus maliye bakanı: "Avrupa Mali İstikrar Fonlarını desteklemek bizim de çıkarımızadır" gibi açıklamalar yaptı. 1998 borsa çöküşünden sonra Rus Devleti kendi para birimi rubleyi güçlendirmek için %55'i dolardan ve %45'i avrodan oluşan bir "döviz sepetine" bağladı. Bu nedenle avrodaki her düşüş otomatik olarak rubleyi de sarsıyor. Üstelik Rusya'nın en büyük ticari ilişkisi Avrupa Birliği ülkeleriyle olup, Batı Avrupa bankalarının kredileri, Rusya'da birinci sırada yer alıyor. Dünyadaki ekonomik gerileme nedeniyle Rusya'nın döviz gelirlerinde büyük bir düşüş görülüyor.

Kendi iç çelişkilerinden dolayı gittikçe boğulmaya başlayan Rusya, gelişmekte olan ülkeler seviyesine geriledi ve 1930'lu yıllarda, SSCB'nin dünya ekonomik krizinin etkilerinden kurtulduğu gibi kurtulma olanaklarına sahip değil.

Ukrayna ve diğerleri: Yoksullar ve yoksul kalacaklar

Bu yaz Ukrayna'nın bağımsızlığının (SSCB'nin dağılmasından az bir zaman önce kopmasının) 20. yılı, kitlelerin büyük çoğunluğunun yoğun ilgisizliği ile kutlandı. Kitleler, gittikçe büyüyen işsizlik ve yoksulluk (nüfusun dörtte birinden fazlası günde 1.25 dolar ile geçinmek zorunda) ve işyerlerinin kapanması gibi vahim sorunlarla karşı karşıya.

Rejimin durumuna gelince, Rus yanlısı diye tanıtılan Başkan İanukoviç, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın isteklerini yerine getirmek için büyük çaplı bir özelleştirme programı başlatmıştır. İanukoviç, Ukrayna'yı damla damla verdiği krediler ile avucunun içinde tutan IMF'nin ve Dünya Bankası'nın isteklerini yerine getirmek ve rejim taraftarı yeni süper zenginler olan "oligarklara" da pastadan pay vermek amacıyla bu özelleştirmeleri gerçekleştiriyor. Nüfusu 40 milyonu geçen bu ülkede sayıları yüz civarında olan süper zenginler, resmi verilere göre ülkenin GSMH'nın % 61'ne el koyuyorlar.

İanukoviç, Rusya ile Batı arasında bir denge oluşturmak amacıyla, kendinden önceki başkanın hazırladığı, NATO'ya katılma projesinden vazgeçti ama Ukrayna'nın geleceğinin ancak Avrupa Birliği'ne katılmaktan geçtiğini tekrarlayıp duruyor. Avrupa Birliği ise Ukrayna'nın bu isteğine hiç de olumlu cevap vermiyor. Diğer yandan Avrupa Birliği, eski SSCB'den kopan diğer beş ülkenin (Beyaz Rusya, Moldavya, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan) üyelik isteklerini reddediyor.

Avrupa, bu ülkelerle ilgili güzel laflar etmeye gelince çok cömert olmayı biliyor. Ancak tarihin tokatını yemiş ve uluslararası mali çevrelerin bencilliği yüzünden sarsılan bu ülkeler, bugün çok borçlu ve paraları olmadığı için Avrupa için hiç de çekici değil.

Bu yıl, eski SSCB'nin en geniş alana sahip ikinci büyük ülkesi olan Kazakistan'da birkaç ay boyunca devam eden, yerli ve yabancı petrol şirketlerini destekleyen polis rejimi ile ücret zamları ve kendi öz sendikalarının tanınmasını isteyen on binlerce petrol emekçisi arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.

Çin

2008 mali krizin başından bu yana Çin, diğer önemli büyüme gerçekleştiren ülkeler (Hindistan, Brezilya,...) gibi dünya ekonomisinin motoru olarak gösterilip, dünya ekonomisini genel bir çöküşten kurtaracağı anlatılıyor. Yani başka bir ifadeyle, Batılı sermaye kendi bataklıklarından kurtulabilmek için Çin'deki emekçilerin aşırı sömürülmesinden medet umuyor. Çin her yıl yaklaşık %10 civarında gerçekleştirdiği ekonomik büyüme ile kapitalist düzenin genel krizinden etkilenmemiş gibi görünüyor. Çin'in banka sistemi, diğer dünya banka sisteminden önemli ölçüde kopuk olduğu için mali krizden etkilenmemiş gibi görünüyor: Çin'in para birimi, diğer dövizlere serbestçe dönüştürülemiyor ve ülke dışındaki mali kaynakları ya devlet tahvillerinden oluşuyor ya da sanayisine gerekli hammaddeleri satın alabilmek için oluşturulan mali kaynaklar olup, hisse senedi veya spekülatif amaçlı fonlar yoktur. Ancak ABD'nin piyasaya sürdüğü aşırı miktarda devlet tahvillerindeki şişkinlik nedeniyle oluşan değer kayıpları, Çin'in dolar olarak tuttuğu rezervlerini de etkiliyor.

Kapitalist dünyada yaşanan ekonomik daralma yüzünden Çin'de de ihracatta düşüş yaşandı. Şirket iflasları artıp işsizliğin büyümesine yol açtı. İşsizlik kentlerde %7 ile 9 arasında, yani 21 ile 27 milyon kişi olarak tahmin ediliyor. Buna ek olarak "duruma göre değişen" iç göç var, yani kentlerde işler azalınca kırlardan gelen göçmen emekçiler, köylerine dönüyorlar ve resmi istatistiklerde işsiz sayılmıyorlar. Kırlardaki gizli işsizlik yaklaşık 200 milyon kişiyi, yani çalışabilen konumda olan insanların dörtte birini kapsıyor.

Kentlerdeki hızlı büyüme sonucu, şeffaf olmayan ama devasa boyutlara ulaşan bir emlak balonu oluştu. Yerel idareciler bu nedenle çok fazla borçlandı. Bazı televizyon belgeselleri bu durumu yansıtıyor: Örneğin iç Moğolistan'da bir kent, Kangbaşı, hayalet bir kent görünümünde. Çünkü bir milyonluk bir nüfus için inşa edilmesine rağmen bu kentte yaşayan insan sayısı 20-30 bini bile geçmiyor. Mali borç balonunun en büyük kısmı (GSMH'ın %68'ine denk düşüyor) kamu borçlarından oluşuyor. Yerel idareler, önce çok ucuz fiyatlarla zorla konut alanları satın aldılar sonra da borçlarını ödeyebilmek için bunları, fahiş fiyatlarla satmaya başlayıp aileleri evlerinden atmaya ve borcunu ödeyemeyen yoksulların konutlarına zorla el koymaya başladılar.

Batıda "mucize olarak adlandırılan ve dünyanın en "adaletsiz" ülkesi olan Çin'de emekçi kitleler; aşırı sömürü, düşük ücretleri, tehlikeli iş koşulları, sürekli bastırılan toplumsal protesto eylemleri, hava kirliliği, zehirlenme, işsizlik ve enflasyon şeklinde çok büyük bir bedel ödüyor. Çin'deki ekonomik büyüme bir mucize ise bu ancak Çin ve yabancı burjuvazi için olabilir. Yakında, 10 milyar dolarlık serveti ile Çin'in en zengin adamı olan Liang Wengen, iktidar partisi olan "komünist" partisinin merkez komitesinde yer alacak. Bu örnek, kapitalistler ile devlet aygıtının nasıl içli dışlı olduğunu gösteriyor.

Çin işçi sınıfı içerisinde neler olup bittiği hakkında çok az bilgimiz var. Bazı haberlere göre hem dayanılmaz çalışma şartlarına hem de çok yetersiz olan ücretlere karşı yapılan grevlerde artış var. Aynı zamanda, yerel devlet ve parti yetkililerine, keyfi davranışlara ve yolsuzluklara karşı siyasi grevlerin de yapıldığı görülüyor. Servetlerine servet katan iktidardaki zenginler ile gittikçe yoksullaşan geniş kitlelerin tepkileri ve isyanları artıyor. İşte bizim ümitlerimiz de bu yönde: Yani dünyanın en kalabalık işçi sınıfının, aşırı sömürüye karşı gelebilmesinde, kendi taleplerini kararlı bir şekilde dayatıp aynı zamanda işçi sınıfının siyasi hedeflerini ve çıkarlarını savunan bir geleneğe sahip çıkmasındadır.

Siyah Afrika

Sahra bölgesinin güneyinde yer alan Afrika'nın yoksul ülkeleri, kapitalist dünya ekonomisine bütünleşmiş olmalarından dolayı mali krizden iki defa etkilendiler. Hammadde üreten ülkeler bu ürünlerin dünya piyasalarındaki spekülasyonların temel hedefi olmasından dolayı oluşan dalgalanmalardan etkilendiler. Bu dalgalanmalar her şeyden önce devletleri ve bütçelerini etkiler. Ancak söz konusu olan hammaddeler kakao veya kahve gibi tarımsal hammaddeler olunca, köylülüğün önemli bir bölümünü ilgilendirdiği için etkileri kitlelerinin yaşam şartlarını daha da kötüleştirir.

Diğer yandan pirinç ve buğday gibi ürünlerin fiyatı, dünya pazarında dalgalanınca yoksulların tümü bundan kötü bir şekilde etkilenir.

Emperyalizm için Afrika'nın en önemli yönü, sahip olduğu yer altı zenginlikleri. Bu ülkelerin bazıları, örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti (eski Kongo) topraklarında çok önemli ender bulunan madenler var. Ayrıca Nijerya, Gabon ve Kongo önemli petrol üreticisi ülkeler arasında. Sonradan keşfedilen petrol yatakları Çad, Sudan ve Uganda gibi ülkeleri ileride önemli petrol üreten ülkeler yapacak.

Yine de Sahra'nın güneyinde bulunanlar ülkeler arasından önemli derecede bir sanayi olup Brezilya gibi kalkınmakta olan ülkeler sınıflandırmasında yer alan tek ülke Güney Afrika. Bu sözü edilen Afrika ülkeleri kendi ulusal zenginliklerini bir sanayi çerçevesinde kullanabilecek ne sermayeye ne de teknolojik kapasitelere sahipler. Örneğin önemli bir petrol ülkesi olan Nijerya kullandığı işlenmiş petrolü bile ithal etmek zorundadır.

Bu zenginlikler her zaman emperyalist güçlerin iştahını kabartmıştır. Kriz ve enerji kaynaklarının güvence altına alınması ve özellikle de hammaddeler üzerine yapılan spekülasyon nedeniyle oluşan fiyat dalgalanmalarından dolayı emperyalist güçler ve hatta Çin gibi ülkeler arası rekabet gittikçe kızışacak.

Hatta tarım arazileri de daha büyük rekabet alanına dönüşüyor ve bu da sadece emperyalist güçlerle sınırlı değil. Emperyalist güçler, geçmişte Afrika'da tarım alanlarıyla fazla ilgilenmiyorlardı. Tarımı, yerel ve geleneksel yöntemlere bırakmaya tercih ediyorlardı (Senegal'de yer fıstığı dini kuruluşlar ve Çad ve Fildişi Sahili'nde ise pamuk köylüler tarafından yetiştiriliyordu). Buna paralel olarak sanayi için gerekli kauçuk ağacı veya palmiye ücretli işçilerin çalıştırıldığı büyük çiftliklerde üretiliyordu.

Petrol zengini ama ekilebilir toprak yoksulu Suudi Arabistan veya Katar gibi bazı Körfez ülkeleri, Mali'de, Kenya'da, Etiyopya'da uzun vadeli çok büyük topraklar kiraladılar. Koreli Daewoo grubu, Madagaskar'da bir milyon hektardan fazla bir araziyi uzun vadeli kiralamak isteyince protesto hareketleri başladığı için şimdilik bu proje gerçekleşemedi.

Gıda ürünleri üzerine yapılan spekülasyon, uzun süreden beri devam eden yerel savaşların etkilerine eklenince yoksul kitlelerin durumu dayanılamaz hale geliyor. Örneğin Somali gibi bir ülke hem silahlı çetelerin gazabına uğruyor hem gıda ürünlerine karşı yapılan spekülasyonlardan hem de yapılan insani yardımların azaltılmasından dolayı etkileniyor.

Farklı nedenlere krizin etkileri de eklenince birçok Afrika ülkesi istikrarsızlığa sürükleniyor ve ülke silahlı çetelerin eline geçmeye başlıyor. Bazıları, dünya uyuşturucu ticaretinin geçiş noktalarına veya emperyalist ülke tröstlerinin zehirli atıklarının çöplüğüne dönüşüyor.

Sudan'da onlarca yıllardan beri süren iç savaş en sonunda ülkenin ikiye bölünmesiyle sonuçlandı. 2011 yılında, Güney Sudan resmen 54'üncü Afrika ülkesi olarak tanınmasına rağmen Kuzey ile Güney arasındaki savaş bitmedi. İki ülke arasındaki sınır kavgasına, petrol zenginliklerinin paylaşılması kavgası eklendi. Çad sınırlarına yakın olan Darfur bölgesindeki iç savaş da sürdüğü için emperyalist güçler, özellikle de Fransa için büyük manevra olanakları doğuyor.

Fransa'da, Fransa-Afrika kuruluşuyla ilgili ortaya çıkan son skandallar, Fransız siyasetçilerinin, Fransa'nın eski sömürge siyasetleri ile olan tuhaf ilişkileri su yüzüne çıkardı. Fransa'da değişen hükümetlere rağmen, ikinci derecede öneme sahip Fransız emperyalizminin eski Afrika sömürgeleriyle olan siyasi, diplomatik ve insani ilişkileri aynı temellerde devam ediyor. Artık bağımsız olan bu ülkelerde eski çıkarların sürdüğü görülüyor.

Yaşanan son skandallar, emperyalist Fransa ile eski sömürge imparatorluğunda sürdürdüğü tuhaf ilişkilerin zirvedeki yolsuzlukların ve satın alınan siyasetçilerin gerçekliliğini kamuoyuna taşıdı. Aslında bu skandallar, skandal olarak kabul edilmeyen tuhaf ekonomik ilişkilerden kaynaklanıyor. Örneğin Fransız mali ve sanayi grupları, bu sözü edilen ülkelerin doğal kaynaklarına, petrol, boksit, Gabon'un ender ve değerli keresteleri, Kongo-Brazavil'in petrolüne, Nijer'in uranyumuna ve bu ülkelerdeki liman ve havalimanı gibi altyapılarına el atmış durumda.

Bu sözü edilen ilişkiler, son 50 yıl içerisinde belirli değişikliklere uğradı. 1970'li yılların başlarında bu eski sömürgeler, Fransız ürünlerine önemli bir pazar oluşturup, aynı zamanda bir yatırım alanı olarak kullanılıyorlardı.

Bu iki olgu zaman içerisinde gittikçe zayıfladı. Yine de frank bölgesi diye adlandırılan ve Fransız devletinin güvencesi altında olan Afrika Frankı (CFA) eskiden, Fransız frankına ve şimdi ise avroya bağlıdır. Üstelik Areva, Total, Orange, Bouygues, Bollore, Aga Khan veya Rougier gibi gruplar ve özellikle de Fransız bankaları, bu ülkelerden çok büyük kazançlar elde ediyorlar.

Çad'daki Jamena, Fildişi Sahilindeki Port-Boue, Gabon'daki Librevil veya Djibuti'deki Fransız askeri üstlerinin görevi, yukarıda sözü edilen çıkarları korumak için.

Örneğin Fildişi Sahilindeki cumhurbaşkanlığı seçiminde Fransa'nın Uattara'nın adaylığını desteklemesi seçimi kazanmasını garantiledi. Ülke birkaç hafta süren bir iç savaştan sonra şekilsel olarak yeniden birleştirildi. Ancak çatışmalar, yüzlerce insanın öldürülmesine, büyük yıkımlara ve ekonomik faaliyetlerin önemli boyutlarda gerilemesine yol açtı.

Durum kısmen istikrara kavuşmuş olsa da yoksul kitleler iç savaşın yol açmış olduğu yıkımlardan, insan zayiattan etkilenmeye devam ediyor. Houphouet-Boigny'den sonra başa geçmek için Bedie, Gbagbo ve Uattara ve çevreleri arasındaki kavga, tepeden yayılan etnik düşmanlıklar, iç savaş esnasında kanlı çatışmalara dönüştü. İşlenen cinayetler, genellikle resmi veya gayri resmi çetelerin işiydi. Ama bunların yol açtığı tahribatlar, etnik ilişkilerin iyice gerginleşmesine yol açtı.

Ülkede yaşayan UATCİ'li yoldaşlar, bütün bu etnik düşmanlıklara rağmen emekçilerin çıkarlarını savunan bir siyaset uygulandığında, mevcut engellerin aşılabileceğini belirtiyor.

Komünist Partilerin ve Enternasyonal'in inşası için

Kriz, onun kurbanı olmasını istemeyenlerin belirli tepkilerine yol açtı. Krizin derinleşmesi bu tepkileri daha da artıracaktır. Şu ana kadar dağınık ve karışık olayları fazla genelleştirme yoluna gitmeden şu tespiti yapabiliriz: İşçi sınıfının henüz krize karşı sınıf olarak kayda değer tepkisi olmadı.

Kalkınmış ülkelerde ve kitle hareketlerinin olduğu Arap ülkelerindeki tepkiler şu ana kadar, daha çok işsizlikten etkilenip bir gelecek olanağı görmeyen küçük burjuva kitleleri tarafından yapıldı.

İşçi sınıfı her yerde, kendi reformist örgütlerinin ve bunların kafa karışıklığının etkilerinin bedelini ödüyor. Krizin daha da derinleşmesiyle burjuvazi her yerde saldırılarını artırıyor ve bu ortamda işçi sınıfı şimdiye kadar elde etmiş olduğu haklarına bile tamamen sahip çıkamıyor.

Böyle bir ortamda işçi sınıfı siyasi girişimlerde bulunmakta zorlanıyor. Durum, işçi sınıfının her yerde burjuvazinin saldırılarına karşı genel bir tepki göstermesini gerektiriyor. Ekonomik krizin kurbanları olan veya olmakta olan sınıflara ve genelde bütün ezilenlere, yol gösterebilecek olan tek sınıf, işçi sınıfıdır. Kapitalist ekonomik düzeni ve üretim araçlarının özel mülkiyetini yıkabilme gücüne ve bunun için nesnel çıkarlara sahip olan tek sınıf, işçi sınıfıdır.

Krizin derinleşmesiyle oluşan öfkeleri, özellikle de krizin darbesini yiyen küçük burjuvazinin öfkesini kendine alet edip gümrük duvarlarıyla içe kapanmanın gerekliliğini savunan, milliyetçi ve ırkçı fikirleri körükleyen aşırı sağcı demagoglar olacaktır.

Tarih çok ender bir olarak aynı şekilde tekerrür eder. Ama büyük bir toplumsal kriz içindeki ekonomik bir durum, aşırı sağa, işçi sınıfına karşı saldırılara geçebilecek bir güce kaynak oluşturabilir. Böylece toplum hizaya getirilip siyasi şiddet uygulanarak kapitalizmin iktidarı pekiştirilebilir.

Doğu Avrupa'daki gelişmeler, gittikçe artan yoksulluk, toplumsal çelişkilerin derinleşmesi ve çözümlenmeyen ulusal sorunlar, ilerideki gerici gelişmeler hakkında bir ön fikir verebilir.

Örneğin Macaristan'da sosyal demokrasiye dönüşüp iktidara gelen eski Stalinist parti, uygulamalarıyla sağın iktidara gelmesine zemin hazırladı. İktidardaki sağ ve gerici hükümet, Fransa'daki aşırı sağcı Ulusal Cephe gibi bir dil kullanmasına rağmen gittikçe güçlenen ve son seçimlerde % 15 oy alan Jobbik diye bilinen aşırı sağ hareket, faşist tipte bir harekete dönüşüyor. Jobbik hareketi artık faşist söylemlerle yetinmeyip söylediklerini uygulamaya başladı. Oluşturduğu milisler, üniformalarıyla yürüyüş yaparak, İkinci Dünya Savaşı öncesinde kullandıkları oklu haç sembolleri kullanarak toplumun en yoksul tabakalarını oluşturan Romanlara karşı sıkça ve şiddetli bir şekilde saldırıyorlar. Yarın hiç çekinmeden, direk grevdeki emekçilere saldırabilirler.

İşçi sınıfı adına ve tüm sömürülenlerin çıkarına hizmet eden bir siyaset, burjuvazinin iflas etmiş ekonomik düzeninin kurbanı olanları kurtarabilir.

Kendilerine sol diyenler arasında da krize karşı etkili olduğunu iddia ettikleri, iflas etmiş çözümler öneren demagoglar da vardır.

Bunlar arasında çevreciler vardır. Fukuşima felaketi haklı olarak, sadece Japonya ile sınırlı olmayan, büyük tepkileri yol açtı. Bu santralin sahibi şirketin, santralın planlama ve oluşturulmasında ve sonra da krizle nasıl ilgilendiği kapitalist grupların nasıl esas olarak kâr peşinde olduklarını ve sorumsuzca davrandıklarını açıkça ortaya koydu. Çevreciler, oluşan tepkileri fırsat bilerek, konuyu sadece "nükleer enerji gerekli mi gereksiz mi?" ile sınırladılar.

Çevreciler, yine bunu fırsat bilerek, sınıf sorunu olan bir konuyu seçim sorununa dönüştürdüler.

Çevreci hareket çok farklılıklar içeriyor. Bu hareket içerisindeki birçok dernek, kapitalist ekonominin yaptığı bazı tahribatlara karşı protestolar düzenleyip olumlu bir rol oynayarak, kamuoyunu duyarlı hale getirip, hatta bazen zarar gören çevrelerin tepkilerini örgütlemek için katkıda bulunur.

Yine de tüm bunlara rağmen "çevreci siyasetçiler" gerici bir harekettir ve bunun nedeni sadece burjuva siyaseti çerçevesiyle sınırlı kalmasından dolayı değil. Örneğin, çevreyi korumak veya doğal kaynakların sınırlı olması nedeniyle "aşırı tüketimi" hedef almak burjuva hükümetleri tarafından uygulanmakta olan kemer sıkma siyasetlerinin değirmenlerine su taşıyor.

Eşitsizliklerin var olduğu toplumda kemer sıkma siyasetleri, ister devlet zoru ile ister çevrecilerin tatlı dilleriyle olsun, hedef her zaman yoksullardır. Tabiata ve çevreye karşı yapılan devasa tahribat, aşırı tüketimden olmasa gerek! Milyonlarca insanın karnını doyuramadığı ve tüketim toplumu dışında tutulduğu bir ortamda bu gibi saçmalıkları nasıl söyleyebilirler? Diğer yanda ihtiyaçları karşılamak için değil, büyük kâr elde etmek amacıyla rekabet çerçevesinde sadece satın alma gücü olanlara hitap eden ve bir işe yaramayan ürünlerin boşuna üretilmesi var.

Çevreyi gerektiği gibi koruyabilmek, sadece kapitalist rekabet ekonomisine ve kâr hedefi taşıyan düzene son verip, insanların ihtiyaçlarını karşılamayı hedefleyen bir düzenin oluşmasıyla mümkündür.

Küreselleşmeye karşı olan söylemlere gelince, bunlar gerçekten saçma ve gerici fikirlerdir. Dünya ekonomisi çok uzun zamandan beri, birbirine bağımlı bir bütündür. Kapitalist düzenden başka bir ekonomik düzenin oluşmasının şartları, yeryüzünün farklı bölgeler arsında oluşturulan bağlar ve daha üst seviyelere çıkmış olan uluslararası iş bölümünün gerçekleşmesiyle olanaklı hale geldi. Sol çevrelerde, küreselleşme karşıtı söylemleri tercih edenler, kapitalizme saldırıp, insanlığın yeni bir aşamaya ulaşabilmesi için üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek gerekliliğini savunacaklarına, boş laflar etmeyi tercih ediyorlar.

Enternasyonalizm sadece farklı ülkelerden emekçiler arasındaki dayanışma ifadesiyle sınırlı olmayıp, işçi sınıfının kapitalist hakimiyete son verip daha üstün bir düzen inşa edip bütün insanların ihtiyacını karşılayacak, planlı bir ekonomik düzeni ancak dünya seviyesinde gerçekleştirebilir olmasındandır.

İşçi sınıfı, onlarca yıllardan beri sürdürülen sosyal demokrat siyasetin bedelini çok ağır bir şekilde ödüyor ve belki de geleneklerde ve bilinçlerde yaptığı tahribatları daha da feci olduğundan dolayı Stalizmin etkisinin bedeli daha da ağırdır. Sosyal sınıflar toplumsal mücadelelerde siyasi açıdan bilinçlenip düşmanlarının ve aynı zamanda sahte dostlarının da kimler olduklarını öğrenirler. Farklı ülkelerde birbirlerinden etkilenip gelişen "öfkeliler" hareketlerinin tümü, özellikle de zengin ülkelerdekiler, hiçbir sosyal geleceği olmayan küçük burjuva diplomalılardan oluşuyorlar. Bu hareketin yöneticileri, en iyi şeklinde işçi sınıfı ile hiç ilgilenmiyor, ilgilenenler de işçi sınıfına karşı.

"Öfkeliler" hareketi, kemer sıkma siyasetlerine, mali çevrelerin dünya üzerindeki hakimiyetlerine, bankalara ve çılgınca kâr peşinde koşanlara karşı ama bu hareket, "öfkesini" bilinçli isyana dönüştürmeye çalışmadığı gibi taşıdığı fikirler böyle bir şeye karşıdır. Bu nedenle de sınıf mücadelelerini görmek istemedikleri gibi toplumu dönüştürmek için örgütlenmeye de karşılar.

Kapitalist düzenin belirli yönlerine, hatta en önemli olan mali sermayenin hakimiyetine karşı çıkmak yeterli değil. Bu düzeni tamamen, temellerine varıncaya kadar yıkmak gerekir. Artık insanlık için tutucu ve gerici olmakla kalmayıp aynı zamanda ilerlemelere engel teşkil eden, zararlı olan bu ekonomik düzen yerine başka bir ekonomik ve toplumsal düzen kurmak gerekir. Burjuvaziyi mülksüzleştirecek, kapitalist mülkiyet ilişkilerini yerle bir edecek ve toplumsal mülkiyet düzenini getirecek toplumsal bir devrim gerekiyor. Böyle bir şey, iyi niyetli olsalar bile, kesinlikle reformistler tarafından gerçekleştirilemez. Böyle bir şey ancak ve ancak bir sınıf olarak hep birlikte harekete geçip bilinçli bir şekilde sınıf mücadelesini sonuna kadar götürebilecek bir sınıf tarafından gerçekleştirebilir. Bugün işçi sınıfı ön planda fazla görülmese de toplumun bütünü ile çıkarlarının bir bütün oluşturduğu tek sınıf, işçi sınıfıdır.

Bugün devrimci komünist parti sorunu, her zamankinde de daha can alıcı bir şekilde gündemde. Bir hakim sınıf devrilmediği müddetçe kendiliğinden iktidarı terk etmez. Ekonomik kriz derinleştikçe kapitalist düzen mantıksızlığını daha da ortaya koysa da ve de burjuvazi ne kadar sorumsuz davrandığını gösterse de, eğer işçi sınıfı toplumun sorumluluğunu üstlenmeye, yani iktidara aday olmazsa, burjuva toplumu varlığını sürdürmeye devam edecek: Ancak daha da canileşecek.

İnsanlık, devrimci işçi hareketindeki kopukluktan ve geleneklerinin kaybolmasından dolayı büyük bedel ödüyor. Her şeyi, yani hem devrimci partileri hem de bir devrimci komünist enternasyonali yeniden inşa etmek gerekiyor. Ama aynı zamanda, her şey de sıfırdan başlamıyor. Çünkü Stalinizm gibi olumsuz deneyimler de dahil, bütün deneyim ve birikimler varlığını sürdürüyor. Yeni bir neslin bunlara sahip çıkması yeterlidir. Eğer devrimci komünist partiler fikirlerinden vazgeçmezlerse, onları çarpıtmazlarsa, yeniden yeşermelerinin zeminini, kapitalist ekonominin krizi hazırlayacak. (14.10.2011)