Kapitalizmin krizi karşısında komünizmin güncelliği

چاپ
17 Nisan 2009

(Bu metin, Leon Troçki Çevresi'nin 115 numaralı broşüründen çevrilmiştir)

Arlette Laguiller'in konuşması

Kadın emekçiler, erkek emekçiler,

değerli arkadaşlar ve yoldaşlar,

Burada bulunanların çoğu biliyor ama biz yeniden vurgulamak istiyoruz, örgütümüz komünist fikirleri savunuyor.

Komünizm, eşitlikçi bir toplum ideali, sınıflı toplumlar kadar eski bir idealdir.

Komünizm ideali, sanayi devrimi ve modern işçi sınıfının doğmasıyla dinci cilasından kurtulup, nüfusun giderek daha büyük bir bölümünü fabrikalara ve doğmakta olan sanayi şehirlerinin gecekondu bölgelerine doğru iterek zafere ulaşan kapitalizme bir cevap olarak ortaya çıktı.

"Ütopik sosyalizm" diye adlandırılan, ilk sosyalistlerin hayal güçlerinin ürünü olan akım, sömürünün olmadığı, kardeşçe bir toplum düşünü temsil ediyordu. Bu cesur ve cömert düş, işçi sınıfının içinde bulunduğu sefaletten besleniyordu. Ama ütopik sosyalistler, acılarının gerisindeki bu sosyal sınıfın dünyayı değiştirme yeteneğini ve gücünü göremiyor, ortaya koyamıyorlardı.

Sosyalist ve komünist fikirlerin mantıklı temellerini oluşturan Marks oldu. Ve bundan itibaren de bu akım, işçi sınıfı hareketinde her zaman var oldu. Tarihi boyunca, bazı dönemler küçük gruplar, hatta bazen sadece birkaç kişi, bazı zamanlarda da, emekçilerin büyük çoğunluğunu etkileyen önemli, büyük partilerle temsil edildi.

Bu akım her zaman, gelecekte toplumun, bir avuç kapitalistin kârı için değil, herkesin ihtiyacına göre üretim yapılması için üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasına, zenginliği ve zenginliği yaratma olanaklarının da ortak kullanılmasına ulaşacağını ileri sürdü.

Marks, komünist akıma, toplumsal örgütlenmenin kapitalizmle birlikte ebediyete ya da doğa kanunları kesinliğiyle, nihai biçimine ulaştığını iddia edenlerin aksine, kapitalizmin insan toplumlarının gelişiminde bir aşama olduğunu gösteren, kapitalist toplumun bilimsel çözümlemesini miras olarak bıraktı.

Marks, belirli bir tarihi dönemde ilerlemeyi temsil eden kapitalizmin, süreç içinde eskiyeceğini, gericileşeceğini, kendi yarattığı üretici güçler tarafından aşılacağını kabul ediyordu. Ayrıca, kapitalizmin insanlığın gelişimi önünde engel teşkil ettiğinde yerini, yeni başka bir sosyal örgütlenme biçimine bırakması gerektiğini düşünüyordu.

Marks, kapitalizmin, toplumun farklı ya da karşıt çıkarlara göre sınıflara bölünmesi üzerinde temellenen toplumsal örgütlenme biçimlerinin en sonuncusu olacağını varsayıyordu. Ayrıca, küçük bir azınlığın temel sosyal zenginlikleri ellerinde yoğunlaştırarak büyük çoğunluğu sömürüp, baskı ve şiddet altında tuttuğu sosyal örgütlenmenin de son biçimi olacağını düşünüyordu.

Marks bizlere ayrıca, kapitalizmin gelişme döneminde bile, insanlığın gelecekte üretime ve sosyal ilişkilere bilinçli bir biçimde hakim olabileceğini, sömürüsüz bir toplumun örgütlenmesini ortaya koyduğu analizini de miras olarak bıraktı.

Tabii ki kapitalist ekonomi Marks'ın yaşadığı dönemden beri değişti ama biz, temel fikirleri hala güncelliğini koruyan Marksizm'i savunuyoruz.

Marks'ın fikirleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında, duygularına derinliğine hitap ettiği için, işçi sınıfının içinde doğal bir biçimde yayıldı. Bu yayılma öylesine doğaldı ki, sayıları giderek artan çok sayıda emekçiyi, çeşitli örgütler, yardımlaşma sandıkları ve sendikaları yaratarak, maddi çıkarlarını ve onurlarını, hep birlikte korumaya, sömürünün kendisi itiyordu. Emekçilerin en bilinçlileri, komünistlerin yaydığı, işçi sınıfının insanlığa başka bir gelecek sunacağı fikrine hazırlandılar. İşte, ilk uluslararası işçi örgütü olan Uluslararası Emekçiler Derneği yani Birinci Enternasyonal, bu fikirler etrafında kuruldu.

Marks, önemli partilerin ortaya çıkıp gelişmesinden önce ölmüştü. O dönemde bu devrimci partilere Sosyal Demokrat veya Sosyalist Parti deniyordu. Bunların en etkilisi 1870 yılından itibaren kendinden söz ettiren Alman Sosyal Demokrat Parti idi. Bu partinin en önemli kişilerinden olan Rosa Luxembourg, özetle, Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin sadece bir işçi sınıfı partisi olmadığını, hatta işçi sınıfının kendisi olduğunu söylüyordu.

Maalesef daha sonra gelişen olaylar, bunun doğru olmadığını ortaya koydu. Öyle ki, burjuvaziden en çok etkilenen işçi sınıfı tabakalarından çıkan parti yönetiminin ve parti aygıtının, 1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcındaki olayların ateşlenmesi sırasında, oynaması gereken rolü oynamakta yeterli olmadığı ortaya çıktı.

Sosyal demokrat partilerin çoğu, her biri kendi ekonomik etki alanlarını genişletmeye ve yağmalarını arttırmaya çalışarak, birbirlerine karşı kanlı bir savaşa girişen burjuvalarının baskılarına direnmek yerine, kendi burjuvaları yanında yer alıp savaşı haklı gösterdiler. Üstelik de, emekçileri, sınırın öte yanındaki sınıf kardeşlerine karşı, ulusal burjuvazinin kuyruğuna takarak, işçi sınıfını kendine özgü politik hedeflerinden yoksun bıraktılar.

Sosyal demokrasi, savaş cephesinin bulunduğu sınırın her iki tarafında da, savaş hükümetlerinde, bakanlarıyla yer aldı.

İşçi sınıfı, 1917 yılından itibaren sadece Rusya'da değil, Almanya ve çok sayıda ülkede savaşa karşı başkaldırmaya başladığında, yolunun üzerinde, mücadelesine karşı çıkan sosyal demokrasinin yöneticilerini buldu.

Buna rağmen yine de, ihanet eden sosyalist yöneticilere karşı, devrimci komünist hareketin devamlılığını temsil eden Bolşevik Parti, Rusya'da, sosyal demokrasinin saflarında ortaya çıktı. Rus işçi sınıfı bu partiyle birlikte, gerçek bir devrimci partiye, gözü pek, azimli, enerjik, deneyimli ve sonuna kadar gitmeye kararlı bir yönetime sahip oluyordu. 1917 Şubat ayında Rus işçi sınıfı, ilk devrimci mücadeleye atıldığında, Bolşevik Parti'nin temel gücü, milyonlarca Rus işçisinin ve köylüsünün isteklerini ifade etmesi oldu. Bu ikisinin birleşimiyle, yani sömürülen kitlelerin devrimci enerjisi ve Bolşevik Parti'yi temsil eden devrimci yönetimin kararlılığı ve yetkinliliği sayesinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirdi. Daha sonra, kendi öz savaş örgütleriyle bu iktidarı uyguladı ve devrime karşı birleşmiş, neredeyse bütün emperyalist güçlerin askeri müdahalelerinin de olduğu, uzun bir iç savaş dönemine rağmen, iktidarda kalmayı başardı.

Bu mirası, o dönemde Rus devriminin yöneticilerinin ve onların içinde en önde olan Lenin'in hayata geçirdiği bu mirası da savunuyoruz.

Lenin'in, ister diktatörlük, isterse demokratik bir maskeyle olsun, tüm biçimlerinden bağımsız olarak, burjuva devletinin rolü üzerine söyledikleri bugün hala geçerli. Bunun gibi, onun parti görüşü, yani işçi sınıfına kurtuluşu için bir partinin gerekli olduğu görüşü de hala geçerli.

Komünizm, Rus devrimini izleyen birkaç yıl boyunca, Fransa da dahil birçok ülkede, sayıca oldukça önemli, etkili komünist partiler tarafından savunuldu ve temsil edildi. Rusya'da ise, cılız bir sömürücü tabakanın çıkarlarını değil, kitlelerin sömürülen kesimlerinin çıkarlarını temsil eden; burjuvazinin geri dönmesi tehlikesi karşısında devrimi savunmak için işçi sınıfının aleti olan yeni bir tür devlet kuruldu. Bu devlet, ülke ekonomisini ele aldı ve kapitalizmden tamamen farklı temeller üzerinde geliştirdi.

Bununla birlikte, Avrupa'nın büyük bir bölümünü etkileyen 1917 ve 1923 yılları arasındaki devrimci dalga durdu. Avrupa burjuvazisi, sosyal demokrasinin yöneticilerinin kesin ve kararlı yardımlarından yararlanarak, işçi sınıfıyla olan bu ilk büyük karşılaşmayı kazandı.

Ve işçi sınıfının, nüfusun küçük bir kısmını oluşturduğu yoksul bir ülke olan Rusya'da yalıtılmış olarak kalan devrimin varlığı uzun sürmedi, neredeyse on yıllık bir ömrü oldu.

Rus işçi sınıfı tarafından yaratılan bu aynı devletin bağrında bürokrasi ortaya çıktı ve gelişti. Bürokrasi, bir yandan devrim tarafından yaratılan ekonomik temelleri, üretim araçlarının devletleştirilmesini korurken, diğer taraftan da kendi ayrıcalıklarını arttırmaya ve sağlamlaştırmaya çalıştı. Bürokrasi bu duruma, kendi saflarından çıkan bir yöneticinin, Stalin'in yönetimi altında ulaştı.

İktidardaki komünist parti, bürokrasinin temsilcisine dönüşmek üzere devrimci niteliğini yitirdi. Ve hızla, diğer ülkelerin komünist partilerini de peşinden sürükledi. Bu partiler, komünist etiketlerini bırakmadan, Sovyet diplomasisinin itaatkâr araçlarına dönüştüler.

Eski Bolşevik Parti'nin gerçek devrimci kadroları, Stalin tarafından partiden uzaklaştırıldı. Daha sonra 1930'lu yıllardan itibaren de öldürüldüler. Troçki de Stalin'in emriyle, 1940 yılında öldürüldü.

Buna rağmen komünist akımın bağrında Stalinizmin yükselişine muhalefet eden militanlar vardı. Bu militanlar, Troçki'nin etrafında toplanmışlardı ve bürokratik ayrıcalıkların doğuşuyla, komünist fikirlerin niteliğinin değiştirilmesine muhalefet ediyorlardı. Ve bunu, tam anlamıyla komünizm için yapıyorlardı.

Lutte Ouvrière olarak biz, Troçki'nin mirasına da sahip çıkıyor ve onun Sovyet devrimin yozlaşması çözümlemesini kabul ediyoruz. Her şeyden önce, Troçki ile birlikte, inançlarını kaybetmeden mücadeleye devam eden, birçoğu toplama kamplarında ya da Stalin bürokrasisinin gönderdiği katillerin kurşunlarıyla ölen militanların bıraktığı mirası kabul ediyoruz. Evet, biz bu mirası da savunuyoruz!

Bu militanların bazıları, 1917 devrimini, hatta daha yaşlı olanları Çar'a karşı yapılan gizli mücadele yıllarını, hapishaneleri, sürgünleri ve göçleri görüp yaşamışlardı. Daha genç olanları, iç savaş yıllarını, ekonomik iktidarı burjuvaziden koparıp alma ve bunların iktidarı yeniden ele geçirmelerini engelleme mücadelesini görüp yaşamışlardı. Bu militanların hepsi, Bolşevik Parti'yi tuzağa düşürerek zayıflatan, onun idealinin, amacının niteliğini değiştirip, uluslararası devrim amacıyla kurulmuş olan bu partiyi tamamen yolundan saptıran bürokratlaşma karşısında, kendilerini omuz omuza buldular. Birkaç bin kişilik bu insanların hepsi, Sol Muhalefet içinde toplanan bu kadın ve erkek militanlar, çok önemli bir deneyim birikimini temsil ediyorlardı.

Stalinleşmiş Bolşevik Parti'nin yıkıntılarından, Sol Muhalefet ile, gerçekten bu adı hak eden, gerçek bir devrimci komünist parti doğdu. Stalinizmin işlediği en kötü, en büyük suç da bu partiyi yok etmek oldu. Ve bunu, devrimci savaşçılar topluluğunu yok etmenin yegâne biçimi, bütün militanları fiziksel olarak ortadan kaldırarak yani öldürerek yaptı.

Ve böylece ilk defa, devrimci komünist hareketin devamlılığı, her durumda da fiziksel devamlılığı sağlanamadı. İşçi hareketinin bütün tarihinde belirleyici bir rol oynayan, deneyimlerin, fikirlerin, ilişkilerin canlı bir biçimde, militandan militana, nesilden nesile birebir ve doğrudan aktarımı artık yok oluyordu.

Sovyetler Birliği dışında komünist devrimin bayrağı, deneyimsiz, politik birikimi olmayan, küçük gruplar tarafından sürdürüldü. Hatta bu küçük gruplar bile, onları işçi hareketinden yalıtmaya çalışan Stalinist akımın baskısına maruz kaldı. Bu örgütlerin militanları da, iftiraya, fiziksel baskıya ve yine ölümlere maruz kaldılar.

Troçkist hareket, aynı işçi hareketi içinde azınlık olarak kaldı ve hala da azınlıkta ama varlığını sürdürmeyi de başardı.

Bizler, isimleri hala eski komünist ve sosyalist ideallerin izlerini taşıyan, ancak burjuvazinin hükümetlerinde bulunup ona hizmet etmek arzuları nedeniyle bu fikirleri çok uzun zamandan beridir terk etmiş olan büyük partilerin aksine, tarihsel değişimleri iniş çıkışları aşarak komünist kaldık. Sonuç olarak da, onların aksine, 20 ya da 40 yıl önce söylediklerimiz, yazdıklarımız veya yaptıklarımız hakkında reddedecek hiçbir şeyimiz yok.

Ve bugün, var olan krizde tümüyle ortaya çıkan kapitalizmin iflası karşısında, geleceğin komünizme ait olduğunu iddia ediyoruz.

Nathalie Arthaud'un konuşması

Kadın emekçiler, erkek emekçiler,

Konuşmama, Arlette'in her zaman yaptığı gibi, aynı nedenlerle, bu sözcükle başlıyorum. Her şeyden önce, ekonomiyi işleten, tüm toplumu yaşatan ve tek ümidi gelecekteki değişim olan toplumsal sınıfa sesleniyoruz.

Kriz sadece mali değil, sanayi üretimi Fransa'da olduğu gibi ABD'de de düştü, uluslararası ticaret yavaşlayıp azaldı, Avrupa'nın doğusundakiler de dahil birçok ülke tümüyle iflas etti, buna rağmen politik yöneticiler bizleri, «henüz bitmedi, daha büyüğü ileride» diye uyarıyorlar.

Ekonominin efendileri, doğal afetlere, tropikal fırtınalara, depremlere veya yanardağ patlamalarına göğüs germeyi bilemedikleri gibi, bu krize nasıl göğüs gerebileceklerini de bilemeden, kriz bütün dünya ekonomisine ansızın saldırdı ve şiddetle etkiledi.

Kendi etkinliklerinden doğan doğal afetler karşısında bile toplumun silahsız yani donanımsız olması, ekonominin bugünkü kapitalist örgütlenmeye en kötü şekilde mahkum edilmesinden. Bu kapitalist ekonomik örgütlenmenin iflası, ekonomik örgütlenmeye hâkim olan ve ondan yararlanan toplumsal sınıfın, burjuvazinin de iflasıdır.

Burjuvazinin toplum üzerindeki hâkimiyetine son verecek ve ekonominin, üretim araçlarının özel mülkiyeti, kişisel çıkar arayışı, rekabet, kriz olmaksızın gelişmesini sağlamada tarihi yeteneğe sahip olan, ücretli emekçilerdir.

Öncelikle bu toplumsal sınıfa, sadece sömürülen sınıf olduğu için değil, aynı zamanda sadece bu sınıf, gelecekteki toplumsal, ekonomik değişim ve dönüşümlerin tek temsilcisi olduğu için sesleniyoruz. Sadece bu sınıf, kapitalizmden başka bir sosyal düzeni getirecek olan sınıftır.

Toplum, Marks'tan beri süregelen bütün değişimlerin ötesinde, burjuvazi ve işçi sınıfı olmak üzere, aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunan iki temel sınıfa bölünmüştür. Bu sınıflardan her biri, birincisi kapitalizmin, ikincisi ise komünizmin, yani farklı ekonomik örgütlenmelerin taşıyıcılarıdır.

Emekçilerin toplumsal sınıfı, Marks'ın zamanına göre çok daha çeşitlendi ve zenginleşti. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, ekonominin çeşitlenmesi ve gelişmesi, yeni sanayileri doğurdu ve sanayi kollarını geliştirdi. Ancak, otomobil sanayisindeki üretim bantlarında çalışan işçilerin, süpermarketlerdeki kasiyerlerin, inşaat ya da demiryolları işçilerinin, mühendislerin, pilotlarının ya da bagaj taşıyıcılarının, banka memurlarının ya da el emeğine dayalı işlerde çalışan emekçilerin, kimyagerlerin veya bilgisayar teknisyenlerinin, bütün bu emekçilerin ortak yönleri sömürülmeleridir. Bütün bu emekçiler, ücret biçiminde, yaratılmasına, üretimine katkıda bulundukları değerin, sadece bir parçasının karşılığını alabiliyorlar. Bu değerin geriye kalan en büyük kısmı ise burjuva sınıfının kârını arttırıyor.

Hemşireler, öğretmenler, postacılar, bütün olarak kamu hizmet sektörü ücretlileri, bu aynı toplumsal sınıfa dahil. Bir patron tarafından sömürülmeseler de, birçok asalak zenginin aksine, yaşamak için sadece ücretleri var ve toplum için vazgeçilmez bir iş yapıyorlar.

Günümüz kapitalist toplumunda, üretim araçları, fabrikalar, madenler, bankalar, büyük sanayi şirketleri, kapitalistlere ait.

Kapitalist sınıf, burjuvazi, işte bu özel mülkiyet adına, ücretlilere yaşamaları için gerekli asgari miktarı bırakarak, toplumsal çalışmanın önemli, büyük bir bölümüne sahip çıkıyor ve kendi ellerinde yoğunlaştırıyor.

Sayısal olarak azınlıkta olan bu sınıf, ekonomiye, toplumsal yaşama ve politikaya egemen. Genel olarak sahip olduğu büyük iletişim olanakları, televizyon, radyo ve basın aracılığıyla bu sınıfın dünyaya bakış açısı, dünya görüşü yansıtılıyor ve hatta okullarda okutuluyor.

Kapitalizm, insanlığın gelişmesini durduran bir engele dönüştü

Kapitalist ekonomi, bir taraftan zenginliği yoğunlaştırıp, diğer taraftan yoksulluğu yaygınlaştırarak, sürekli olarak toplumsal eşitsizlik üreten ve eşitsizliği ağırlaştıran bir ekonomidir. Pazara göre üretim yapan, yani sadece satın alma gücü olanların tüketimine göre üreten bir ekonomidir.

Bu ekonomide, sadece ödeyebilenler için üretilir. Ayrıca, tamamen uyumsuz, karışık, mantıksız, önceden öngörülemez bir biçimde işler. Çünkü her kapitalist, nasıl üretileceğine, herhangi bir genel düzenleme, örgütleme, planlama olmaksızın, sadece kendi çıkarına göre karar verir.

Burjuvazi ve ekonomik düzeni kapitalizmin, uzun bir tarihi var. Kapitalist ekonomi, öncelikle birkaç Batı Avrupa ülkesinde, tabii ki İngiltere'de, aynı zamanda Fransa, Hollanda ve Almanya'da kendisini dayattı.

Burjuvazinin egemenliği, daha başlangıcından itibaren, "açık, yüzsüz, direk ve kaba bir sömürüye" dayandı. Kapitalizmin tarihi, başlangıcından itibaren, ardı ardına süregelen yağmalardan, savaşlardan, suçlardan, köle ticaretinden, beş-altı yaşlarındaki çocukların sanayi devriminin tekstil fabrikalarında çalıştırılmasından, sömürgeler elde etmek için halkların soykırımından ibaret.

Bütün bunlara rağmen, kapitalizm, başlangıcında yani kökeninde insanlık için harika bir gelişmeydi. Eğer Marks'ın Komünist Manifesto'da yazdıklarını hatırlarsak, "Burjuvazi, tarihte son derece büyük, devrimci bir rol oynadı." Ve Marks şöyle açıklıyordu: «İlk defa o, insan etkinliğinin nelere kadir olduğunu gösterdi: Mısır piramitlerinden, Roma su kemerlerinden, gotik katedrallerden çok farklı harikalar yarattı; işgallerden ve Haçlı Seferlerinden daha farklı keşif gezileri düzenledi.»

Bu gün bunların hiçbiri geçerli değil. Kapitalizmin, insanlığın üretici güçlerini özgürleştirdiği, teknik ve bilimsel kapasiteyi aşırı ölçülerde arttırdığı, önceki üretim biçimlerinin yüzyıllık durgunluğuna son verdiği başlangıç dönemindeki ilericiliği kalmadı. Kapitalizm bugün, toplumsal bedendeki bir kansere ve yaşam düzeyini iyileştirmede bir frene dönüştü.

Bir buçuk asırdan beri dünyanın fethine başlayan kapitalizm, eski baskı ve şiddet biçimlerinden geriye kalanları, en eski, en ilkel olanları bile ortadan kaldırmadı. Hindistan'daki kast sistemine, etnik uzlaşmazlıklara, hatta Afrika'daki köleliğe, yani baskı ve şiddetin sonsuz biçimlerine, özellikle de neredeyse her yerde rastlanan kadınlara uygulanan baskı ve şiddete kendini uydurdu, bunlarla uzlaştı.

Birçok yoksul ülke, eski baskı ve şiddet sistemlerinin en kötü, en geri ve istenmeyen biçimleriyle birlikte kapitalist ekonomiyle bütünleşti. Kapitalizm, bunları yok etmeye çalışmadı bile. Hatta bunları yeniden canlandırdı ve güçlendirdi.

Ve bütün bunlara, bugün bütün diğer baskı, şiddet ve sömürü biçimlerine egemen olan ücretli köleliği ve kâr kanununu ekledi.

Bir buçuk asırdan beri bütün dünya kapitalist oldu. Dünyada insan yaşamının doğrudan ya da dolaylı olarak kapitalist ekonomiye bağlı olmadığı hiçbir bölge kalmadı. Kapitalizm bir dünya sistemi. ABD, Fransa, büyük sanayileşmiş ülkelerin hepsi kapitalist. Beraberinde sadece Brezilya ve Hindistan değil, aynı zamanda Haiti, Mali ve Zimbabwe bile kapitalist.

Yoksul ülkeler, zengin ülkelere göre sadece geri kalmış değil. ABD veya Fransa gibi büyük emperyalist ülkelerin zenginliklerini, dünyanın çoğunluğunu oluşturan yoksul bölgelerin ekonomik geriliğini, sefaleti, az gelişmiş ülkelerin emperyalist ülkelere bağımlılığını yaratan, sürekli sağlamlaştırıp güçlendiren ve giderek ağırlaştıran, aynı dünya kapitalist sistemiyle bütünleşmiş olmalarıdır.

Kapitalizm, gelişme yayılma dönemlerinde bile, toplum için büyük bir savurganlıktı. Hatta bu dönemlerde, temel ihtiyaçlara göre daha gereksiz olan malların üretimine öncelik verdi. Çünkü kapitalizm, alım gücü, parası olmayanlarla hiç ilgilenmiyor. Kapitalizm, dünya ekonomik ticaretinin yıllardır en başında olan, silah ve uyuşturucu ticaretlerinin gösterdiği gibi, zararlı malların üretimine de ayrıcalık tanır.

Hatta gelişme dönemlerinde ve ekonominin en büyük zenginliklerinin yoğunlaştığı emperyalist ülkelerde bile nüfusun bir bölümünü, maddi ve manevi sefalete, geriliğe, yatakhanelere, sitelere, kötü koşullardaki gecekondulara, suç işlemeye, uyuşturucuya, mahkûm eder.

En yoksul ülkelerle en zengin ülkeler arasındaki uçurumu derinleştirdiği gibi, toplumun en yoksul kesimleriyle, en zenginleri arasındaki uçurumu da derinleştirir.

Ekonominin kapitalist örgütlenmesinin yol açtığı, insani olarak kabul edilemeyecek, ekonomik açıdan yıkıcı en büyük israf ve savurganlık, insan emeğinin israfıdır.

Kuzey Amerika ya da Batı Avrupa ülkeleri gibi en gelişmiş kapitalist ülkelerde, milyonlarca insan, üretim dışında. Buna rağmen bu ülkeler, topraklarında, eğer kültürel, teknik ve bilimsel araştırma düzeylerinin yüksekliğini bir yana bırakırsak, ezici çoğunlukta fabrika, makine, üretim olanaklarını yoğunlaştırıyor.

İşsizlik, akılcı düşünüldüğünde, gerçek bir saçmalık, mantıksızlık. Bir yanda, üretmeye yetenekli insanlar ve üretimi gerçekleştirmeyi sağlayacak gerekli maddi alt yapı, diğer yanda karşılanması gereken ihtiyaçlar var. Ancak toplumun üretim kapasitesi ile ihtiyaçları arasında, kâr etme kanunu duruyor.

Kapitalist, üretici sermayesini, sadece kendisine kâr getiren işler için kullanır ya da kendisine kâr getirecek işsizleri işe alır. Ve sanayi kapitalisti için bu kâr, işletmesinin onlar olmadan çalışamayacağı, bankacılar, tüccarlar, sigortacılar, reklâmcılar ve bunlar gibi bir yığın hemcinsine ödeme gerçekleştirebileceği kadar yüksek bir oranda olmalı.

Kapitalistler, üretim araçlarının tekelini ellerinde bulundurur ve bunları kullanıma koyma yetkisine sadece onlar sahip. İşte bu tekeli parçalayıp yıkmak gerekir, çünkü iş bulan bir işsiz, toplumsal üretimi arttırırken, kendi ücretini garantileyen bir değer de yaratır.

Kapitalist gelişme, azgelişmişliğin gösterdiği gibi insan emeğinin büyük ölçüde israfının temelidir. Sadece, işsizliğin yoksul ülkelerde, zengin ülkelerdekinden daha fazla olması söz konusu değil. Daha da kötüsü, çalışanların hiçbiri, çağımızın üretim kapasitesi ölçüsünde emeklerinin verimliliğini arttıran üretim olanaklarına ulaşma olanağına sahip değil.

Yoksul ülkelerin ne kadar köylüsü, gelişmiş ülkelerdeki köylülere göre, sabahtan akşama kadar on defa, yüz defa daha az verimle çalışıyor? Toprağı bir çeşit küçük kazmayla işleyen Afrikalı bir köylü, işsiz değildir.

Bir traktöre veya asgari düzeyde sulama için bir su pompasına sahip olamaması gibi basit bir durum, hem kendisi hem de toplumu için bu insanların emeklerinin büyük bir bölümünün havaya uçmasına, ziyan olmasına neden oluyor.

Sadece köylerde değil, büyük kentlerin, emekçilerin yoğun olduğu yoksul mahallelerde de, kanalizasyon, su şebekesinin yokluğu nedeniyle suyun, insanların sırtlarında, ya da kadınların başlarında taşınması da insan emeğini israf ediyor!

Bölgesel tarım değiştirildiğinde de yine insan emeği israf oldu! Çok sayıda yoksul ülke, geçmişte sömürgeci iktidarın baskısı, şiddeti ve zorlamasıyla, bugün ise ekonomik baskıyla, kendi halklarını beslenmek için yapılan tarımı terk edip, emperyalist ülkelerin pazarlarına yönelik tarım yapmaya zorlandılar.

Senegal'e, köylülerin, Leiseur (sıvı yağ ve bundan üretilen mayonez gibi yan ürünleri üreten Fransız şirketi) için fıstık üretmesi dayatıldı. Çad'a, bir zamanlar Fransa'nın en zengin adamı olan Boussac gibi, tekstilin büyük kapitalistlerinin çok büyük kâr etmeleri için, Fransa'da işlenmek üzere pamuk üretimi dayatıldı.

Böylece, Güney Çad'ın pamuk üreten küçük köylüleri ve Vosges tekstil fabrikası işçileri, merhum Boussac'ın aynı kapitalist grubu içinde birbirlerine bağımlı olarak, aynı üretim sürecinde bütünleşiyordu.

Aynı biçimde, kadınları, "bu ürünü kullanmaya değer olduklarına" ikna etmeye çalışarak, fahiş fiyatlarla satılan kozmetik mallarının üretilmesi için, hem Loréal kozmetik fabrikasının işçilerinin emekleri ve çabaları, hem de Fildişi Sahili'ndeki büyük tarım işletmelerinde, ormanların yerini alan hurma ağacılarıyla uğraşmaktan canları çıkan işçilerin emekleri ve çabaları söz konusu.

Rekabetten tekellere

Kapitalist gelişmenin, ilerlemenin temel kaynağı olan rekabet, kapitalist üretim sürecinin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla kendi karşıtına ulaştı. Kapitalizm, emperyalizme dönüştü. Troçki'nin dediği gibi, "kapitalizmin yaratıcı kaynağı ve onun tarihi kanıtlayıcısı olan rekabetten (...), kesin bir biçimde, kötü, asalak, gerici tekel doğdu."

Bugün, Total, Exxon, Nestle, Monsanto gibi tekeller, mali ve sanayi grupları dünya ekonomisine egemen. Komünist fikirlere muhalefet edenler, sermayenin bu biçimde yoğunlaşmasının, kapitalizmin işleyişini düzenlediğini ve krizleri ortadan kaldırdığını, dönem dönem iddia ediyorlar.

Bugün bunun hiçbir değerinin olmadığı görülüyor. Hatta kapitalist dünyanın yöneticilerine, günümüzdeki krizin, 1929'da New York Borsası'nın çöküşünü izleyen büyük krizden beri, kapitalist ekonominin yaşadığı en büyük ve ağırı olduğu söylenebilir.

Ve 1929 çöküşü, işsizler ordusuyla, her şeyini kaybetmiş iflas etmiş köylü ve zanaatçılarıyla, bütün sınıfları sarsan, toplumsal krize sürükleyen, çok ciddi ve ağır ekonomik krizlerin sonu değil, başlangıcıydı. Bu toplumsal kriz, Almanya'da Nazizm'in iktidara gelmesi, Avrupa ülkelerinin birçoğunda otoriter rejimlerin kurulması ve sonuç olarak, savaş ile ağır ve ciddi politik krizleri beraberinde sürükledi.

Kapitalizm, daha o dönemde bile, ancak devlet müdahalesiyle kurtarılabilmişti. Demokrat cumhurbaşkanı Roosevelt'in ABD'si gibi, Hitler'in Almanya'sı da, iflas etmekte olan kapitalizmi kurtarmak için büyük oranda, ciddi müdahalelerde bulundu. Bütün diğer emperyalist devletler de savaşla birlikte, ekonomilerine en az onlar kadar müdahale etti.

Bush'dan Sarkozy'ye kadar, geçmişin bu deneyiminden ders alan burjuvazinin en gerici politik yöneticileri, birdenbire devlet müdahalesinin faziletlerini açıklamaya koyuldu. Örneğin ABD'de seçim takvimine rastlaması nedeniyle, dünyanın en önemli bankası olan Citigroup'u devletleştirmeye hazırlanan yeni Demokrat cumhurbaşkanı olsa da; Bush ve onun aşırı tutucu ve aşırı liberal ekibi, bankaların ve büyük mali kuruluşların imdadına koşmak için devletin kasalarını boşaltmaya başlamışlardı.

Kapitalist ekonomi, "herkes, kendisi için, her koyun kendi bacağından asılır" bireyci liberal düşünceyi savunsa bile, krizden önce de devletin önemli bir miktarda müdahalesi olmadan işlemiyordu. Devlet, burjuvazinin genel çıkarlarına en iyi şekilde hizmet edebilmek için, belirli ölçülerde kişisel kâr mantığı ve onun getirdiği mecburiyetlerden kaçmak zorunda. Devlet olmadan, Fransa'da eğitim, ulaşım, demiryolu, elektrik şebekesi, bölge düzenlemeciliği, şehircilik olmazdı, kapitalizm de var olamazdı.

Günümüzdeki mali krizde, kâr hala özel kalırken, banka kayıpları devletleştirildi. Burjuvazinin sözcülerine göre, sistemin çılgınlığı nedeniyle üretimden dışarı atılan emekçilere, «devlet yardım ediyor», ancak, esas kapitalizmin kendisi, devletin yardımı olmadan yaşamını sürdüremez.

Fransa'da var oldukları son on yıllık dönem boyunca soyluların, yaşabilmek için kralın bakımına muhtaç kaldıklarından kendileriyle ilgilenilmesi ve bakılması için Versailles Sarayı'nın avlusunda toplanmaları gibi; bugün de burjuva sınıfı, bakımını, kendisiyle ilgilenilmesini ve devamlılığını sağlaması için devlet etrafında toparlanıyor, bir araya geliyor.

Kapitalizmin işleyişinde devletin temel bir rol oynaması, yani devletin bu ekonomik sistemi korumak için dönem dönem müdahale etmek zorunda olması, her şeyden önce kapitalizmin asalak, tefeci, zararlı niteliğini ifade ediyor. Aynı zamanda ekonominin özel mülkiyet çerçevesinde işlemesinin mümkün olmadığını anlatıyor.

Pazar, devlete çağrıda bulunarak, bir biçimde planlamaya ve merkezileşmeye saygı sunuyor, yani istemese de onu kabullenmiş oluyor. Bu, kötünün fazilete saygı sunmasıdır.

Ekonomik işleyişin, kendi bütünlüğü içinde, kapitalizmde bile bir düzenlemeye ihtiyacı olduğunun itirafıdır. Mantıklı bir planlama gerekliliği, hala bireysel komuta altında işleyen ve bireysel kâr için üreten ekonominin bütün gözeneklerinden sızıyor. Burjuvazi modern üretici güçleri etkin bir biçimde yönlendirme yeteneğini artık yitirdi. Yeteneksizlik, insanlardan değil, son nefesine yaklaşmış olan bütün bir ekonomik sistemden kaynaklanıyor.

Burjuvazinin devletçiliğinde, bizim komünist programımızın temelleri, bozulmuş, tuhaf bir biçimde var. Çünkü aslında, komünizm olmasa bile en azından komünizme giden yolda, bütün büyük şirketler, bütün bankalar, işçi sınıfı tarafından kamulaştırılmış, toplumun gereksinimlerini gidermeyi hedefleyen kamu kurumlarına dönüşmüş olacak.

Toplumsal üretim, özel mülkiyet ve ulusal devlet sınırları içinde soluksuz kalıyor

Marks'ın sosyalist fikirlere katkılarından en temel olanı, kapitalist toplumun bağrında bile, toplumun gelecekteki biçiminin komünizm olduğunun olanaklarını öngören, haber veren her şeyi anlatmasıydı.

Modern üretimle binlerce, yüz binlerce kişinin örgütlenmesi, çalıştırılması gerekliliğini komünistler değil, kapitalizmin kendisi yarattı. Ekinlikleri onlarca ülkeye yayılan çok uluslu şirketleri ortaya çıkardı.

Kapitalizmin kendisi, çok uzun zamandan beri üretimi toplumsallaştırdı, kolektifleştirdi. Üretimin genişleyen bir alanda, hatta dünya çapında yapılmasını sağladı. Ancak bu toplumsallaşmış üretim, bireysel çıkara boyun eğmiş durumda ve bu çağımız kapitalizmin en önemli çelişkilerinden biri.

Diğer bir çelişki ise, kapitalist üretimin uluslararası niteliği ile ulusal sınırları, engelleri karşı karşıya getiren çelişkidir. Kapitalizm, başlangıcında, İngiltere ve Fransa'da, ulusal çerçevede devlet koruması altında gelişti. Ancak bu dönemde de kapitalist gelişme, Avrupa'nın değişik ülkeleri arasında ve hatta onun da ötesinde diğer ülkelerle ilişkiler ağı ördü. Öyle ki ekonomi, işlevini yitiren ulusal sınırlar içinde soluksuz kaldı.

En gerici milliyetçi akımların hoşuna gitmese de karşılıklı bağımlılık ilişkileri öylesine güçlü ki, en büyük Avrupalı kapitalist güçlerin kendi içlerine kapanmaları, korkunç bir gerileme ve barbarlığa gömülme anlamına gelir.

Sınırların çevresini dolaşmak ya da onları aşma zorunluluğu kendisini, Avrupa devletlerinin burjuvazilerine öylesine dayattı ki, başlangıçta Ortak Pazar'ın, daha sonra da Avrupa Birliği'nin kuruluşunda, Batı Avrupa'nın en zengin ülkeleri vardır.

Ancak burjuvazi, kendi hizmetinde olan ulusal devletleri ortadan kaldırma yeteneğine sahip değil. Ve Avrupa Birliği devletleri arasında yükselen tansiyon, Avrupa'nın farklı burjuvazilerinin ne denli zor bir durumla, bir benzetme yapılırsa bir karenin, çemberin köşelerini araması gibi olanaksız, imkânsız bir durumla karşı karşıya olduklarını gösteriyor.

Kapitalist burjuvazi, kıtanın bütünüyle birliğini istemez, bunu tamamen gerçekleştirmezken, ekonomik gelişimdeki her şey, Avrupa Kıtası'nı bütünüyle birliğe itiyor.

Kapitalizm, diğer birçok alanlarda olduğu gibi bu alanda da, kendi öz ekonomisinin yol açtığı gelişmenin sonuna kadar gitme yeteneğine sahip değil.

Kapitalizmin en geri, gelişmemiş, dar kafalı övücüleri, kriz nedeniyle, 20 yıl önce, Sovyetler Birliği'nin parçalanması sırasında, "komünist ütopyanın" sonunu ilan ettikleri zaman yaptıkları gibi kapitalizmi, övgüyle sunmaya cesaret edemiyorlar. Aslında kapitalizmin bir şeylerle çatışmaksızın, pürüzsüz, krizsiz bir biçimde gelişebileceğine inanmak, işte bu, ütopyanın, hayalciliğin ta kendisidir.

Sovyet ekonomisinin bilançosu, sonuçları

Bu ağır kriz döneminde, kapitalist dünyayı yönetenlerin arasında bile, düzenlemeden, sistemi daha ahlaklı kılmanın ve devletçiliğin yetersizliğinden söz ediliyor.

Ama, yine de onların devletleştirilmiş bir ekonomi olan eski Sovyetler Birliği'nin ekonomisine saldırmalarını engellemiyor.

Burjuvazi ve onun iktisatçıları, politikacıları, gazetecileri, Sovyetler Birliği'nin parçalanıp dağılmasını, politik bir sistemin değil, ekonomik sistemin çöküşü gibi sunuyor. Ve dahası, bu durumu, komünist fikirlerin başarısızlığının, ekonomiyi kapitalizmden, üretim araçlarının özel mülkiyetinden ve kâr tutkusundan başka bir temelde örgütlemeye girişmenin imkansızlığının, saçmalığının bir kanıtı gibi gösteriyorlar. Bu pekâlâ kaba, bayağı bir yalan.

Sovyetler Birliği'nin çöküşü, planlı ekonominin başarısızlığı ile değil, politik ve toplumsal bir karşı devrimle kışkırtıldı. Kapitalizm, 1917 devrimi ile ortaya koyulan ekonomiye göre üstünlüğünü gösteremedi. Sadece Sovyet toplumunun egemen ayrıcalıklı tabakasını emdi, içine çekti.

Biraz da Sovyet ekonomisinin bilançosundan söz edelim!

Savunduğumuz politik akım, Troçkist akım, Sovyetler Birliği'nin bürokratikleşmesine ve Stalinizme karşı mücadeleden doğdu. Biz, Fransız Komünist Partisi'nin aksine, Stalin'in, Kruşçev'in diktatörlükle dayatan ve Brejnev'in Sovyetler Birliği'ni hiçbir zaman komünist bir toplum gibi sunmadık. Kendisini, ekonomiye asalak olarak varlığını sürdüren bürokrasinin egemenliği altındaki bir toplumun, komünist bir toplum olamayacağını her zaman söyledik.

Her şeye rağmen, bürokrasinin ona dayattığı sınırlara rağmen, Sovyet ekonomisinin bilânçosunu, tümüyle kabul ediyoruz.

Sovyetler Birliği, işçi sınıfı politik iktidarı ele geçirdikten, burjuva ve feodal mülkiyet biçimlerini tamamen yerle bir ettikten sonra, üretim araçlarının devletleştirildiği ilk ülke oldu.

Devrimin yöneticilerinin, komünist toplumu tek bir ülke çerçevesinde gerçekleştirmek gibi niyetleri yoktu. Bunun olanaksız olduğunu biliyorlardı, çünkü ekonominin sosyalist örgütlenmesi için kaçınılmaz olan şey üretici güçlerin yüksek düzeyde gelişmesi, tam anlamıyla uluslararası iş bölümü, bugün söylendiği biçimiyle de "küreselleşme"dir.

Devrim dalgasının diğer ülkelerde, özellikle de o dönemde sanayisi çok gelişmiş olan Almanya'da gerilemesinden sonra, yalıtılmış olarak kalan Sovyetler Birliği'nin yöneticileri, ekonominin işleyişini sürdürmeye ve kapitalist ekonomiden çok farklı, burjuvazisiz, üretim araçlarının özel mülk olmadığı, pazarsız, rekabetsiz ve kâr yarışı olmadan, başka temellerde geliştirmeye çalıştılar. Bütün bunları, çok zor koşullarda, kuşkusuz çok büyük, birçok doğal kaynakla donanmış ama çok yoksul, maddi anlamda olduğu kadar kültürel anlamda da az gelişmiş bir ülkede yaptılar.

Üstelik devrim, gerçek komünistlerin ümit ettiklerinden daha farklı bir seyir izledi. Çünkü devrim, yalıtılmış olarak kalmıştı. Troçki'nin söylediği gibi: "İşçi devleti aygıtı, işçi sınıfının aracından, işçi sınıfına karşı ve giderek artan bir biçimde ekonomiye karşı onu sabote etmek için kullanılan, bürokratik şiddet aracına dönüşerek bütünüyle yozlaşmaya uğradı, bozuldu."

Devletleştirilmiş ekonomi, bürokrasinin sabotajlarına ve o zamandan beri okul kitaplarında, en büyük iletişim araçlarında ve medyaya kadar tekrarlanan yalanlara rağmen, özel mülkiyet, pazar ve rekabete dayalı ekonomiye göre çok daha üstün olduğunu ortaya koydu.

"Üretim araçlarının devletin elinde yoğunlaşması ve devasa doğal kaynaklara dayalı planlama, ülkenin gösterişli sanayileşmesini, şehirlerin büyümesini, yeni olan her şeyin gelişmesini... sağladı." (Troçki).

Başlangıçta az gelişmiş, savaşlarla, devrimci çalkantı ve sarsıntılarla aşırı derecede yıpranmış devrimci Rusya, ekonomik düzeyini 1913'te savaştan hemen önceki düzeyine yeniden getirebilmek için yaklaşık 10 yılını verdi. Her şeyden önce bu büyük bir başarıydı, çünkü bu başarıya, kapitalist emperyalist güçlerin sürekli askeri müdahalelerine ve yine onların ekonomik ablukalarına rağmen ulaştı.

Kapitalist ekonomi, 1926 ve 1938 yılları arasındaki 12 yıl boyunca, önemli kaleleri olan Amerika ve Almanya'da bile krize gömülüp çökerken, Sovyetler Birliği'ndeki sanayi üretimi sekiz kat arttı. Devrimden önce neredeyse tamamen elektriksizken, 1935 yılında dünya elektrik üretimi sıralamasında, Almanya ve ABD'nin ardından üçüncü oldu.

Bu önceden görülmemiş büyüme dönemi, sadece İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi birliklerinin işgali nedeniyle kesintiye uğradı ama kesinlikle durmadı. Sovyetler Birliği savaş boyunca, Avrupa'nın belli başlı kapitalist güçlerinden biri olan Almanya'ya kafa tutmayı, karşı koymayı başardı ve sonuç olarak da ona üstün geldi. Bu sadece bir cesaret ya da istek sorunu değildi. Tabii ki bunların hepsi söz konusuydu ancak savaş, aynı zamanda bir ekonomik karşılaşma, yüzleşmedir.

Her iki ülke, ne kadar tank ne kadar top üretebilir, bunlar için ne kadar çelik gerekir? Sovyetler Birliği ve ekonomisi, bir o kadar da ordusu, Hitler'in saldırısını önceden kestiremeyip şaşıran Stalin'in körlüğüne, Sovyet ordusunu başsız, yöneticisiz bırakan politik yargılamalar nedeniyle dağınıklığına, örgütsüzlüğüne rağmen, bu yüzleşmeden zaferle çıktılar.

Ve bu başarıya bütün değerini veren, başarının gerçekleştirildiği bu koşullardır. Temel sanayi alanları, Sovyetler Birliği'nin batısında yoğunlaşmıştı ve bu bölge, Alman orduları tarafından hızla işgal edildi. 2.600'den fazla fabrikayı ve 10 milyon işçiyi, birkaç ay içinde Ural'ın ötesine taşımak gerekiyordu. 10 bin kilometre kadar demiryolu inşa etmek ve bunların hepsinin de kışın yapılması gerekiyordu. Bu, sanayi tarihinde o zamana kadar görülmemiş, devletçilik olmadan ne olanaklı, ne de anlaşılabilir bir operasyondu.

İşte tüm bunlar sayesinde, Sovyet savaş sanayisi, birkaç ay içinde Alman savaş sanayini yakaladı, hatta onu geçti. Alman savaş sanayisinden iki kat daha fazla zırhlı araç ve uçak, üç kat daha fazla top üretti.

Tarih, Stalingrad Savaşı'nı, savaşın kaderini değiştiren bir olay olarak kaydetse de, dönüm noktasının maddi koşulları, Ural'ın ötesinde, devlet sanayinin yüzlerce fabrikasında hazırlanmıştı.

Ve savaş bitti. Sovyetler Birliği sanayi gelişimini yükselerek sürdürdü. Öyle ki, başlangıçta Hindistan, Brezilya gibi ülkelerle kıyaslanan az gelişmiş ülke, 1960'lı yıllarda, ABD gibi emperyalist dünyanın belli başlı gücü ile uzay yarışında rekabet edecek hale gelmişti. Ve bir 10 yıl boyunca da bu yarışın başında yer aldı.

Kuşkusuz toplam üretimi ABD'ninkinden geride kaldı. Ancak Sovyetler Birliği üretimi 1937'de, ABD üretiminin yüzde 28'ine karşılık gelirken 1972'de yarısına ulaşmak üzereydi.

Bu, "diktatörlük altında oldu" ancak, kötü niyetli oldukları kadar aptal da olan yorumcuların anlattıklarının aksine, bu baş döndürücü hızdaki gelişmeye diktatörlük neden olmadı. Böyle olsaydı, Mobutu'dan (Kongo-Zaire) Duvalier'e (Haiti), Bongo'dan (Gabon) Arjantin'nin ya da Brezilya'nın askeri diktatörlerine kadar her yerde aynı durumun, yani bu ülkelerinde gelişmesi gerekirdi.

Hayır, bürokrasinin diktatörlüğü, planlı ekonomi için bir avantajdan çok bir sakatlık, engelleyici bir unsurdu. Planlı ekonomi sayesinde yaratılan, bürokrasi kastının kendi öz çıkarları için iç ettiği zenginliklerin giderek artan bir bölümü için bir sakatlık, bir engeldi.

Ekonominin planlanması için demokrasi gerekir

Planlamanın sunduğu olanakların en iyi biçimde işlemesi için demokrasiye ihtiyacı vardır. Kitleler, taleplerini dile getirebilmeli. İhtiyaçlar belirlenmeli, ölçülmeli, zaman içinde üretime ve gelişmeye uyarlanmalı ve gelişime göre de düzeltilmeli. Kullanıcılar ve tüketiciler de, eğer gerekirse, yürürlükteki planın kusurları ve üretimin kalitesini eleştirebilmeli.

Troçki, Geçiş Programı'nda, bürokratikleşmiş Sovyetler Birliği'ndeki devrimin programını boşuna belirlemedi. Bu programa göre "planlı ekonominin, üreticiler ve tüketicilerin yararına baştan aşağıya gözden geçirilmesi (gerekir). Fabrika komiteleri, üretim üzerindeki kontrol haklarını yeniden ele almalı. Demokratik olarak örgütlenmiş tüketici kooperatifleri, üretimin kalitesini ve fiyatları kontrol etmelidir."

Bürokrasinin, kitlelerin üretimde demokratik denetimini kabul etmemesinin nedenlerinden biri de, kendisi için aldıklarını gizlemeye çalışmasıdır. Bürokrasinin en yüksek tabakalarının temsilcisi olan Sovyetler Birliği'nin yöneticileri, kitlelerin tüketimi karşısında, ithalatla beslenen, özel mağaza ağları aracılığıyla garantilenen lüks mallar da dahil kendi öz ihtiyaçlarından daha özensiz ve ihmalci olabiliyorlardı.

Ancak bu yöntemler planlamadan kaynaklanmıyordu. Üstelik bürokrasinin bu utanç verici zimmete geçirmeleri, burjuvazinin açık zimmete geçirişi, en aşırı, saçma sapan lüks harcamaları, ya da milyarderlerin yaşam tarzları yanında nedir ki? Bürokratik dalavereler, Sovyet ekonomisi için acılı ve sancılı olsalar da, toplumsal maliyetleri açısından, krizden söz etmesek bile, sahip olma hırsının, ekonomik rekabetin, ekonominin malileştirilmesinin (banka, sigorta ve borsa gibi mali alanlardaki mali işlemlerin paylarının giderek artması) kitlesel işsizliğin neden olduğu devasa israfın maliyetiyle kıyas bile edilemez.

Emekçiler sınıfının gereksinimleri pek önemsenmese de, yaşam düzeylerindeki ilerlemenin, aynı derecede gelişmişlik düzeyine sahip olan ülkelerden daha düşük olmadığını da eklemek gerekir. Hatta kitlelerin tüketimi açısından, 1930'lardaki ve daha sonra 1950 ve 1960'lardaki Sovyetler Birliği ekonomisi, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerle kıyas edilemezdi. Sadece ücretleri değil, herkesin, sağlık hizmetlerinden, okuma yazma seferberliğinden, üniversite düzeyi de dahil eğitimden yararlanmasını da hesaba katarsak, Sovyetler Birliği'ndeki durum çok daha iyiydi.

Evet, ekonomik yalıtılmışlığın tüm zararlı sonuçlarına, bürokrasinin asalak niteliğine rağmen, devlet mülkiyeti ve planlama temeline dayanan Sovyet ekonomisi, yarım yüzyıllık süre boyunca herhangi bir kapitalist ülkeden daha güçlü ve hızlı bir şekilde ilerledi.

Tüm bunlarla, büyük bir ülkenin ekonomisinin sadece burjuvaziyi ortadan kaldırarak işletilmesinin mümkün olduğunun değil, aynı zamanda ekonominin bu temeller üzerinde geliştirilebileceğinin de kanıtlamış oldu. Farklılık, sadece gelişmenin ritminde değil, aynı zamanda da doğasındaydı.

Kapitalizmin, örneğin Brezilya'da olduğu gibi yoksul bir ülkeyi geliştirdiğinde bile, ülkeyi yarı gelişmiş bir ülkeye nasıl dönüştürdüğüne ve aynı zamanda ülke içindeki eşitsizlikleri nasıl arttırdığına, ağırlaştırdığına bakalım. Bir taraftan Sao Paolo gibi son derece modern fabrikalarıyla sanayileşmiş şehirleri gelişiyor, diğer yandan da Sertao gibi kitlelerin açlıktan öldüğü, sefalet içinde bırakılmış, terkedilmiş bölgeler var.

Planlı ekonomi ise, bürokrasinin hâkimiyetinde bile, gelişmiş bölgelerle gelişmemiş olanlar arasındaki farklılığı azaltma amacını güdüyordu. Planlama, daha önceden var olmayan, hiçbir ticari mantığa uymayan yeni sanayi şehirlerini ortaya çıkarttı.

Troçki, 1920'li yıllarda, planlı ekonominin henüz yeni geliştiği dönemde, "uzun yıllar için oluşturulan, pek sağlam olmadığı ortaya çıkan, tutarsız ve kararsız planlarla dalga geçmek kolaydır. Ancak mantıklı planlar yapmak için, maalesef ilkel ve kaba olanlarından başlamak gerekir. Aynı şekilde çelik bıçaklara varmak için, taş baltalarla başlamak gerekti" diye yazıyordu. İşte yarım yüzyıllık rekabet içinde, planlı ekonominin taş baltası, kapitalizmin çelik bıçağından daha iyi şeyler gerçekleştirdi.

Az gelişmiş Sovyetler Birliği, dünyanın ikinci sanayi gücüne dönüştü.

Kapitalizm Birleşmiş Milletlere kayıtlı iki yüze yakın ülkede var olurken, işçi sınıfı, taşıyıcısı olduğu ekonomik yöntemleri dünyanın sadece tek bir ülkesinde gerçekleştirmeye girişti. İşçi sınıfının bu tek girişimi ile kapitalizmin değişik çeşitleri arasındaki kıyaslama inandırıcı.

Troçki, İhanete Uğrayan Devrim adlı kitabında, "Ekim devrimi, sadece bu gidişatın hızlandırmış olsa bile, tarihi olarak kanıtlanmış, meşrulaşmış olacaktı" diyor, tabii yine de "Rus işçi sınıfı devrimi çok daha yüksek, nihai hedefler için yaptı" diye yazıyordu.

Sovyetler Birliği'nin yozlaşması, işçi sınıfının devlet aygıtının yozlaşmasıydı. Ancak bürokrasinin kendi öz gereksinimleri nedeniyle yozlaşmış olsa bile, devletçilik ve planlama, sınava dayandı. Troçki, yine İhanete Uğrayan Devrim adlı kitabında, "Burjuva iktisatçısı efendiler ile tartışacak hiçbir şey yok" diye yazıyordu, "Sosyalizm, zafer kazanmaya hakkı olduğunu, sadece Kapital'in sayfalarında değil, ekonomik alanda, yeryüzünün altıda birini kapsayan bir yerde, sadece diyalektik üslupta değil, demir, çimento ve elektrik alanlarında da ortaya koydu" diye ekledi.

Ayrıca, Sovyetler Birliği tarihinden herhangi bir on yıllık dönemini ele alıp, 1991'deki parçalanmasını izleyen on yıllık dönemle karşılaştırabiliriz. Bu karşılaştırma da oldukça çarpıcıdır. Rusya ekonomisinin çöküşü rakamlarla ortaya konuyor: Ulusal üretim yüzde 50 oranında geriledi. Nüfus, her yıl, düzenli olarak bir ya da iki milyon azalıyor. Ve Sovyetler Birliği'nin daha yoksul olan diğer ülkeleri, daha da kötü durumda.

Ancak kapitalist dünyanın propagandası öylesine güçlü ki, bu feci gerileme, ülkenin bu dikkati çekici biçimdeki yoksullaşması, Batının refahına ve özgürlüğe zaferle yürüyüş olarak biçim değiştirdi. Sanki birkaç milyon bürokratın ve yeni türeyen burjuvanın ortak mülkiyetin yağmalanmasıyla zenginleşmesi, sanki Côte d'Azur'ün veya kış sporları merkezlerinin milyarder Ruslarca işgali, başka bir deyişle tepelemesine doluşmaları, ülkenin gelişmesinin göstergeleriymiş gibi. Ve de sanki özgürlük, Putin'in hem mafyacı, hem de polis rejimiyle özetlenebilirmiş gibi.

Sovyetler Birliği'nde iflas eden Sovyet ekonomisi değil. İflas eden aslında kapitalizmin cazibesine kapılan bürokrasinin iktidarıdır.

Ne söylenirse söylensin, kapitalist pazar ekonomisi, tüm geri kalmışlığına bütün sakatlıklarına rağmen ekonomiyi Sovyetler Birliği'ne göre daha az, daha kötü ve daha mantıksız bir biçimde geliştiriyor.

Bütün yakın geçmiş tarihi, kapitalizmin zamanını doldurduğu ve yerini ekonomik ve sosyal açıdan daha üstün olan başka bir ekonomik örgütlenmeye bırakması gerektiğine olan inancımızı doğrulayıp, bizi daha güçlü kılıyor.

İflas eden sistem, insanlığı hızla barbarlığa doğru sürüklüyor

Kapitalizm sadece adaletsiz değil aynı zamanda tarihe, çağa aykırı. Medeniyetin ilerlemesinin, gelişmesinin önünde bir fren. Tarihi meşruluğunun da ötesinde yalnız toplumsal bir örgütlenme varlığını sürdürebilir.

Rus devrimi ve onu izleyen devrim dalgasından beri, kapitalizmin iflası ümit edildi ve aradan yaklaşık bir yüzyıl geçti. İnsanlık bu tarihi gecikmeyi, 1929 büyük bunalımıyla, Almanya'daki Nazizm ile İkinci Dünya Savaşı'yla ve Stalinizm ile ödedi.

İnsanlık bunu, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri eşitsiz olduğu kadar düzensiz ve karmaşık bir ekonomik gelişmeyle ödüyor.

İnsanlık bunu, büyük emperyalist güçlerin, bir bölgenin zenginliklerine el koymak için doğrudan ya da kullandıkları kuklaları aracılığıyla yürüttükleri sayısız savaşlarla da ödüyor.

Ayrıca, imkanı yeterince olanağı, fazladan malzemesi olmasına rağmen, dünyadaki yetersiz beslenmeye ve açlığa son vermedeki yeteneksizliği ve başarısızlığı ile de ödüyor.

İnsanlık bunu, en zengin ülkelerde bile, üstelik yeterli sayıda el emeği olmasına rağmen işsizliğe mahkûm edildiğinden, gerekli ve yeterli miktarda, kolayca elde edilebilecek konutlar inşa edilmediği için sokaklarda, soğuktan ölümlerle ödüyor.

Ancak bu düzen, aşılmış olsa bile, yalnızca onu yok edebilecek bir devrimci güç olduğunda ortadan kalkacak. Marksistler her zaman, kapitalizmi yıkıp, yok etmeye yetenekli olan devrimci gücün, sadece işçi sınıfı ya da başka bir deyişle bütün çeşitliliğiyle ücretliler sınıfı olduğunu savundu.

İnsanlığın geleceğinin bağlı olduğu bu toplumsal sınıfın her zaman devrimci görünmemesinde şaşılacak bir şey yok. Hâkim sınıfın, artık geleceğine inanmadığı ve onun yerini almaya hazır yeni bir sınıfın olduğu devrimci dönemlere oldukça seyrek rastlanır. Böylesi dönemler, çok az, 19. yüzyılda iki ya da üç defa, bir o kadar da 20. yüzyılda gerçekleşti.

Geleceğin taşıyıcısı olan işçi sınıfı, işte bu dönemlerde rolünü üstlenmeye belirgin olarak hazır olmalı. Ve işçi sınıfı bu rolü, ancak devrimci partilerin kurulması başarılırsa yüklenebilecek. 70 yıl önce Troçki şöyle yazıyordu: "İnsanlığın krizi, işçi sınıfının önderlik krizine indirgendi"

19. yüzyılın sonunda sosyalist partiler ve yirminci yüzyılın başında Rus devrimini izleyen birkaç yıl boyunca Stalinizm, onları Rus bürokrasinin araçlarına dönüştürmeden önce bu rolü oynayan partiler, komünist partiler, artık bu rolü, uzun zamandan beri oynamıyorlar. Toplumsal kurtuluş amaçları olan işçi partileri, burjuvazinin araçlarına, işçi sınıfının bağrında kapitalizmin savunucularına dönüştüler. İşte bu durum, kapitalizmin saltanatını uzun süre sürdürmesini sağladı.

Ancak tarihin gidişatını geciktirebilsek bile, onu durduramayız. Komünizm yok olacak bir ütopya, düşsel bir ülkü değil. Hatta onun gerekliliği, kapitalizmin işleyişinin sonucudur.

Gelecek komünizmdir

Ekonomi, burjuvazinin egemenliğinden, özel mülkiyetin boyunduruğundan ve kâr yarışının yıkıcı etkilerinden kurtularak, yeni bir atılım, ilerleme ve gelişme dönemine girecek. Ama bu gelişme dönemi, kontrollü olacak.

Sovyetler Birliği'ndeki ekonomik ilerleme sınırlı olmasına rağmen üretimin, planlı ve devletleştirilmiş örgütlenmesinin ne olduğu, yoksul bir ülkede değil de, örneğin topraklarında harika maddi olanaklar, malzemeler yoğunlaşmış, yüksek bir kültür düzeyi ve işçi sınıfının kontrolü ile ABD'den başlayarak, sanayileşmiş ülkelerde uygulansaydı neler olabileceği hakkında bir fikir veriyor.

İşçi sınıfının demokratik kontrolündeki ekonomi, kitlelerin gereksinimlerini karşılamak için üretecek. Üretimi, doğayı da dikkat ederek geliştirecek. "Toplum, yeryüzünün sahibi değildir, sadece yararlanma hakkına sahip olan, iyi bir aile babası gibi, gelecek nesillere daha iyileştirilmiş bir servet aktarabilmek için yönetmelidir." (Marks, Kapital.)

İşçi devrimi ulusal sınırları ve bu sınırların dayattığı bütün maddi ve manevi engelleri ortadan kaldıracak. Ekonomiyi yöneten işçi sınıfı derhal zararlı üretimi durduracak. Özellikle de, bilimsel ve teknolojik bilgiyi tekeline alan silah sanayisi, sivil teknolojilere dönüştürülebilecek.

İktidardaki emekçiler, dünyanın gelişmiş bölgeleriyle geri kalmış bölgeleri arasındaki çok bariz eşitsizliği azaltmaya çalışacaklar.

Üretim araçlarının toplumsallaşması, bilgi ve ilerlemeyi toplumun bütününe, ortak kullanıma açma anlamına gelecek. Bugün kapitalist gruplar, ne pahasına olursa olsun araştırmacılarının ve mühendislerinin ürünlerini saklıyorlar. Uzmanlık sistemi gibi, sanayi sırları da, kapitalist gruplar arasındaki rekabetin silahları olarak kullanılıyor. Tüm bunlar, bilimsel ve teknik gelişmeler için çok büyük engel.

Özel mülkiyetin daraltıcı engellerinden kurtulan toplumda, bilimsel gelişmeler, yararlı bütün buluşlar, özellikle de yeni ilaçlar, herkesin kullanımına açık olacak. Herhangi bir fabrikanın teknik düzeninin iyileştirilmesi, yöntemlerin mükemmelleştirilmesi "bununla ilgilenen bütün imalathane ve fabrikaların ortak mallarına hiçbir formalite uygulanmaksızın" (Troçki) gerçekleştirilebilecek. Sadece bunu gerçekleştirebilmek, müthiş bir ilerleme.

Özel mülkiyet ve rekabetin yarattığı engeller ortadan kalkar kalkmaz, kapitalizm tarafından yaratılan merkezileşme, tröstlerin oluşturduğu dağıtım ağının büyük kısmını, insanların ihtiyaçlarını en iyi bir biçimde karşılayacak planlama, düzenleme araçlarına dönüşecek.

Kapitalizmden miras alınan teknik ve bilimsel ilerleme, bitki örtüsünü izlemek ve hasadı öngörmek için geliştirilen ama bugün borsada vurgunculuk yapmaya yarayan çok güçlü haberleşme araçları, hangi alanlarda dünya çapında planlama gerekiyorsa o planlamanın hizmetine sunulacak.

Ama bu planlama, aynı zamanda son derece esnek olacak. Küresel ısınma, ozon tabakasındaki delikle savaş, büyük doğal afetleri öngörebilme gibi konularda dünya çapında bir işbirliği gerekse de, tarım ve sanayi üretiminin büyük bölümü, kitlelerin doğrudan denetimi altında daha küçük çaplarda, bölgesel veya yerel düzeyde planlanabilecek.

Ve bütün bunlar, üretkenliğin artmasına, çalışma sürelerinin azalmasına ve insanların yaşam için gerekli maddi malların üretiminden ziyade başka şeylerle ilgilenmesine olanak sağlayacak. Eğitim ve kültür, bütün biçimleri de dâhil, insanlık tarihinde hiç görülmemiş bir oranda gelişme gösterecek.

Öyleyse, insanlığın barbarlıktan kurtulacağı söylenebilir.

Komünist ve devrimci bir parti inşa etmek

Evet, komünizm kendine yol açacak. Bu durum, toplumun olduğu kadar ekonominin gelişmesine de kayıtlı. Bunu insanlarla yapacak, çünkü insanlar, kendi tarihlerini, kendileri yapıyorlar.

İşçi sınıfı bu gerekliliğin bilincine vardığı, sınıfının güvenini kazandığı zaman, kendi bağrında, sınıflarının kurtuluşu için mücadele edecek kadın ve erkekler kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak.

Ancak tabii ki, politik ve örgütsel gelenekleri başkalarına iletecek militanlar gerekecek. Seçim başarısını sosyal devrimle; antikapitalizmi burjuvazinin politik ve ekonomik iktidarının yıkılmasıyla karıştırmayacak militanlar gerekecek. Kapitalizmin birkaç zararlı niteliğinin eleştirisini, toplumun farklı bir biçimde, komünist örgütlenmesiyle karıştırmayacak militanlar gerekecek.

Kapitalizm, adaletsizliğe, birçok baskı biçimine, çevreyle ilgili ve toplumsal konularda birçok zarara yol açıyor ki, protestocu çok sayıda parti kuruluyor.

Ancak eksik olan, çözümü burjuvazinin kurumları içinde değil, aksine bu kurumların yıkılıp yok edilmesinde gören ve emekçilerin kendi iktidarlarının demokratik kurumlarını oluşturmayı savunan, nihai hedefi iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi olan bir partidir. Paris Komünü döneminde Fransa'daki işçi konseyleri, Rusya'da da Sovyetler gibi...

Böylesi bir durum, toplumsal mücadelenin, sınıf mücadelesinin, sömürülen sınıfların büyük bölümünü sürükleyerek, bütün toplumu sarsan, keskin bir hal aldığı anlamına gelir.

Öyleyse, işçi sınıfına, iktidarı ele geçirip demokratik bir biçimde uygulayacak, sonuna değin gitmeye kararlı ve yetenekli, komünist bir program etrafında sımsıkı kenetlenmiş partiler gerekli.

Komünist bir programdan anladığımız ise, tabii ki, Marksizmin oluşturduğu, Lenin ve Troçki'nin katkılarıyla zenginleşmiş, kapitalist toplumun anlaşılmasını sağlayan araçtır. Bu program, aynı zamanda, işçi sınıfı hareketinin bütün deneyimlerini de içerir.

Devrimci işçi hareketinin tarihi, 200 yıldan beri, başarılarla, zaman zaman büyük zaferlerle, oldukça sıkça da başarısızlık ve bozgunlarla belirlenen mücadelelerin, birbirini izlemesi tarihidir. Geçmişten, başarılardan olduğu kadar yenilgilerden de dersler çıkarmak ve bu deneyimlerden çıkarılan sonuçları, gelecekteki mücadelelerde iyi bir biçimde kullanmak komünist partilerin görevidir.

Bu geçmişe duyulan özlem değildir. Geçmiş mücadele deneyimlerinin bütün sermayesinin, gelecekteki mücadelelere hazırlanması, silahlanması için işçi sınıfına aktarmak anlamına gelir.

Komünist fikirler ve amaçlar, moda olan bazı ifadelerin aksine, üzerine, çevrecilik, feminizmin, biraz da anarşizm ve gerillacılığın karışımı olan "21'inci yüzyılın sosyalizminin" yazılacağı bomboş beyaz bir sayfa değil.

Komünist program, coşkuyla olduğu kadar acı ve sıkıntılarıyla da, etiyle kemiğiyle, kadın ve erkek militanların, çetin mücadelelerinin sonucunda oluştu. Sınıf mücadelesinin sonucudur. Bu programı reddedenler, geçmişte komünizm için mücadele edenleri de reddetmiş oluyorlar. Onlar komünizmin kendisini reddediyorlar.

Kurulmaları, büyütülmeleri ve savaşa hazırlanmaları, gereken devrimci komünist partiler, Marksizm, Leninizm ve Troçkizmin devamcısı, özellikle de bu kelimelerin kapsadığı çok çeşitli ve zengin deneyimlerin temelinde olmalıdır.

Günlük mücadelede içindeki en savaşçı emekçilerin güvenini hak etmeli ve onları komünist perspektifler için kazanmalı. Devrimci sarsıntı baş gösterdiğinde, görevlerini yerine getirecek seviyeye ulaşmış olmalı.

Bizim hedefimiz, iktidarı ele geçirecek olan işçi sınıfının toplumun devrimci dönüşümünün sağlanmasıdır. "Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacak"

İktidardaki emekçiler, burjuvaziyi mülksüzleştirecek, sanayi ve mali grupların dünya ekonomisi üzerindeki diktatörlüğüne son verecek ve fabrikaları, bankaları, büyük ulaşım olanaklarını, dağıtım zincirlerini, doğal zenginlikleri ortak kullanıma sunacaklar. Toplum, en sonunda kendi maddi varlık koşullarına hâkim olacak, ihtiyaçlarına göre üretecek, komünizme; sömürüsüz, ayrıcalıksız, çıkarları çelişen toplumsal sınıfların olmadığı bir topluma doğru ilerleyecek.

İşte, bize bizden önceki devrimci komünist nesiller tarafından bırakılan programımız. Militan faaliyetimizi bu programı hayata geçirecek bir partiyi yaratıp güçlendirmek için yapıyoruz.

Evet, komünizmin insanlığın geleceği olduğu inancını paylaşan yoldaşlar ve dostlar, bize yardım edin, bizi destekleyin ve bize katılın.