Uluslararası durum

Yazdır
Ocak2018

Fransa'da Lutte Ouvrière'nin yayınladığı "Lutte de classe" dergisinden, Ocak 2018 tarihinde çevrilmiştir. (Lutte Ouvrière Aralık 2017 kongresinden)

* * * * * * *

Büyük güçlü ülkelerin liderlerinin, Musul'un ve daha sonra Rakka'nın alınmasından sonra, IŞİD'e karşı zaferlerini selamladıkları anda, ABD başkanı Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un arasındaki sözlü düello, uluslaraarsı ilşkilere egemen olan gerilimi ortaya koydu. Bu, her iki tarafın da yaptığı bir blöf, ancak blöfün varlığı ve arkasında ısrarlı savaş havasının bulunması anlamlı.

Bununla birlikte, dünyanın dört bir yanına müdahale eden en önemli ve etkili emperyalist gücün başkanının blöfü ile sürekli olarak ABD'nin tehdidi altındaki, geçmişte Kore Savaşı sırasında askeri müdahalesine maruz kalmış olan, gelişmemiş küçük bir ülkenin yöneticisinin blöfünün özünde bir simetri, benzerlik yok.

Büyük güçler arasındaki ilişkiler, genellikle, Amerikan emperyalizminin askeri ve diplomatik net üstünlüğü ile ABD-Rusya-Çin üçlüsünün egemenliği altında. Bu üçlünün ilişkilerini hem rekabet hem de işbirliği karışımı oluşturuyor: ABD ve Rusya arasında, özellikle de Ukrayna bahane edilerek, Rusya'nın batı sınırlarına yakın bölgeler, Balkan ülkeleri veya Polonya konusunda gerçek ya da hayali korkularla bezenmiş bir rekabet; aynı zamanda Orta Doğu'da işbirliği söz konusu. ABD ile Çin arasında, özellikle daha genel olarak Güney Doğu Asya'ya ilişkin rekabet, aynı zamanda uluslararası planda işbirliği var.Bunlar şimdilik sadece büyük manevralar, çizme sesleri ve bilek güreşi yani kendi aralarında güç gösterisi, ancak daha belirleyici dikkat çekici olan Birleşmiş Milletler'deki yatıştırıcı konuşmalar ya da büyük güçlerin diplomatlarının birbirlerinin sırtını sıvazlamaları ile sınırlı.

Burjuvazi, ekonomisini küresel krizinden kurtaramazken, yerel ve bölgesel birçok kriz, genel çatışmalara yol açma ağır tehdidini taşıyor.

Adı birlik olsa da, çok da birleşik olmayan Avrupa Birliği, fazla başarılı olamasa da ABD-Rusya-Çin üçlüsünün bu oyununa katılmaya çalışıyor. Avrupa Birliği, ekonomik planda, büyük bir güç olması gerekirken, belirgin biçimde böyle bir güç olamıyor. Çünkü oluşturduğu birlik, onu parçalayan sayısız rekabeti gizleyemeye çalışan görünüşte, yüzeysel, çok parçalı: Kıtayı egemenliği altına almış olan üç emperyalist güç; Almanya, Fransa ve İngiltere arasındaki rekabet, her birinin diğeriyle çelişen çıkarlarını gözeterek Brexit'i en iyi biçimde yönlendirebilmek için yapılan müzakerelerde ortaya kondu. Diğer rekabetlerin yanında, daha çok City adıyla bilinen City of London'a (Londra kentinin, Avrupa'nın büyük iş merkezi olan çok sayıda banka, sigorta şirketi ve büyük çok uluslu şirketlerin genel merkezinin olduğu mahallesi), onun mali getirilerine el koymak için Paris, Frankfurt veya Amsterdam'ın atıldığı yarış önemli bir örnek. Diğer önemli bir rekabet de, Avrupa'nın emperyalist güçleriyle, bunların egemen oldukları, kıtanın yarı gelişmiş kesimi, ülkeleri arasında başka bir doğası olan, rekabet.

Batı Avrupa emperyalistleriyle, kıtanın yarı gelişmiş kesimi arasındaki egemenlik ilişkileri, Avrupa Birliği'nin üyeleri arasındaki biçimsel eşitlikle daha henüz gizlenebilmişken, geçtiğimiz yıl boyunca Yunanistan'ın boğazlanması sırasında büyük oranda ortaya çıktı.

Bu egemenlik ilişkileri, Eski Halk Demokrasilerinin, özellikle de sahip oldukları rejimlerin abartılı milliyetçiliklerine rağmen, aralarında anlaşmaya çalışan ülkeler olan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan'ın oluşturduğu Visegrad grubunun, giderek daha fazla savunma tepkisine yol açıyor. Bu, Avrupa'nın içinde, tröstler tarafından ekonomilerine egemen olunan üç büyük emperyalist güce karşı varlıklarını sürdürebilmek ve Avrupa Birliği dışında da, birçok ulus arasındaki belirsizliklerinden kurtulabilmek için yapılıyor.

Gericiliğin Avrupa'nın bütünü çapındaki evrimi, bu dört ülkede en net, en otoriter ve en karikatür biçimde ortaya çıkıyor. Bu ülkelerin siyasi yöneticileri, krizden, eşitsizliklerin artmasından etkilenen kitleler içinde biriken hoşnutsuzluk ve tatminsizlikleri, kimlikle ilgili sloganlar atarak, kendilerini göçmenlere karşı "Hıristiyan Avrupa'nın" savunucusu olarak sunarak, kendi çıkarlarına göre kanalize etmeye çalışıyorlar.

Macaristan'da, Orban rejimini tutanlar, Balkanlar yoluyla gelen göçmenleri engellemeye yönelik yerleştirilen dikenli telleri, Avrupa'nın zengin kesiminin küçümseyici aşağılayıcı halinin temsilcisi gibi gördükleri Brüksel'e karşı, bir direniş eylemi gibi sunuyor. Bunu yaparken emperyalist demokrasilerin yöneticilerine, kendilerini, Macaristan'da bir Orban ya da Polonya'da bir Kaczynski tarafından boğulup yok edilen temel özgürlüklerin savunucuları gibi dayatma, aynı zamanda da, bu ülkelerin emekçilerinin boyun eğmek zorunda kaldıkları, aynı iş için Batılı emekçi kardeşlerinin ücretlerinden üç ya da dört kat daha az ücret ödeyerek gerçekleştirdikleri sömürülerini gizleme olanağını veriyorlar.

Avrupa Birliği, kendi iç çıkar çelişkileriyle boğuşuyor, kendisine egemen olan ikinci sınıf emperyalist güçlerin liderlerine, diplomatik ya da askeri planda hareket özgürlüğü bırakıyor. Ancak büyük güçlerin her biri, uluslararası planda, Rusya veya Çin karşısında, Orta Doğu gerilim bölgesinde, Türkiye veya İran karşısında da kendi havalarını çalıyorlar. Aslında, ABD ya Washington'nun hoşuna gitmeyen şu ya da bu ülkeyi boykot etme, ya da askeri müdahale için anlık, görünüşte bir birliği dayatmayı başarıyor.

Fransız emperyalizmi, bu curcuna içinde, özellikle de kendi eski Afrika sömürgelerine karşı, özel bir saldırganlıkla ayırt ediliyor. Cumhurbaşkanları değişiyor ama Fransız birlikleri, Afrika'nın çeşitli ülkelerinde varolmayı sürdürüyor. Fransız emperyalizmi uluslararası sahnede ikinci derecede rol oynamaya sıkışmış bir vaziyette, kendisini kıtanın jandarması olarak dayatıyor.

Tarih, en azından bir asırdan beri kendi ulusal sınırları içinde boğulan Avrupa Devletleri'ne birleşmelerini gündeme getirdi. Bununla birlikte, ulusal burjuvaziler, karikatüral prematüre bir cenin olan Avrupa Birliği üzerinde aralarında uzlaşmayı bilemediler. Feodal parçalanmaya göre bir ilerleme olan ve çok eski zamanlardaki ulusal burjuvazilerin yarattığı en büyük şey olan ulusal devletlerin bile çürüme, dağılmacı güçleriyle ilerlemesi çökmekte olan kapitalizm döneminde tarihin geriye gidişinin bir işareti: İskoçya'nın, Lombardiya'nın ve Veneto'nun ayrılıkçı güçlerle zorlaması, Belçika'nın Flaman ve Valon bölgelerinin ayrılması, Katalonya'nın bağımsızlık talebi. Kapitalizmin çöküşü, tamamen küreselleşmiş bir ekonomide, feodal parçalanmayı tekrar ortaya çıkarıyor.

Devrimci Komünistler, ulusları karşılıklı olarak birbirine muhalif kılan ve bunu kışkırtan milliyetçiliğin yükselişiyle savaşmalı. Lenin, mayıs 1914 tarihli bir makalesinde, komünistler ayrıca "özel ve en cazip bahanelerle proleteryanın parçalanmasını vaaz eden ince, rafine milliyetçilikle işçilerin yozlaşmasına" karşı olmalıdır diye yazıyordu. "Proletarya enternasyonalizmi, bu durumla kesinlikle uzlaşamaz, çünkü sadece ulusların birbirlerine yaklaşmalarını değil, aynı zamanda bir devletin bütün değişik uyruklarından gelen işçi kitlelerinin, benzersiz proleter örgütlerinin bağrında bir araya gelip kaynaşmalarını öğretir."

Lenin bu metni, Rusya'daki Bund'un, Austro-Marksizm diye adlandırılan akımın savunucularının oluşturduğu gibi çeşitli popülist örgütleri hedef alarak yazdı. Ancak bu metnin, özellikle de Katalonya'daki bir kısım solun, aşırı abartılı milliyetçi söylemlerine karşı bugün yazıldığı söylenebilir.

ABD

Trump, "dünyanın en büyük demokrasisinde", 8 Kasım 2016'da rakibine göre üç milyon daha az oy aldığı halde seçildi. Siyasete henüz yeni atılan bu mültimilyarder, Cumhuriyetçilerin ön seçimlerinde, partisinin önemli yöneticilerine karşı büyük oranda kendisini dayatarak çevresindekileri, kendi dünyasını bile şaşırtmıştı. Trump, bütün öngörüleri başarısızlığa uğratarak kendisini, ABD devlet aygıtında kusursuz hizmet veren ve iş çevrelerini şımartan bir politikacı olan Hillary Clinton'a karşı dayattı. Bunu, daha önce ucuz el emeğinden yararlanmak üzere diğer ülkelerde açılan iş olanaklarını ülkeye geri getirmeye, mevcut "sistemi" eleştirmeye söz vererek, genel olarak göçmenlere, özel olarak müslümanlara karşı yabancı düşmanlığı, ya da kaba bir cinsiyet ayrımcılığı yaparak, korumacı demagojinin patlayıcı karışımıyla yaptı. Sürpriz ve şaşkınlık geçtikten sonra, Wall Street ve Amerikan burjuvazisi, Trump'ı hemen kendisinden biri olarak tanıdı. Amerikan işçilerinin sözcüsü gibi kampanya yürüttükten sonra, Trump şimdi, resmi gelir vergisi oranının %35'den %20'ye gerilediği bir bütçe sunuyor. Her şeyden önce, yurtdışına giden iş olanaklarının geri getirilmesi gibi seçim için verilen sözler sadece onlara inananları bağlıyor; finans çevrelerini yabancı düşmanı ya da cinsiyet ayrımcısı söylemler rahatsız etmiyor.

Trump, ününü gerici bir demagog olarak güçlendirip pekiştirdikten sonra, Fransız aşırı sağının lideri Le Pen, onun yanında ılımlı bir siyasetçi izlenimi veriyor. Trump, gerçekten de düşünmekten daha hızlı twitter atan aptal bir adam mıdır? Şüphesiz. Ancak Trump, Beyaz Saray'daki ilk salak değil. Her şeyden önce, dünyadaki en güçlü burjuvazisi, işlerinin yönetimini rastgele şahsiyetlere bırakmıyor, hatta bunun başkan gibi bir şahsa bağlı olmasını istemiyor. Amerikan devlet aygıtında, her düzeyde, kapitalistlerin çıkarlarına canla başla kendilerini adamış ve hizmet eden binlerce kadro var. Cumhuriyetçilerin kontrolü altında olan Kongre ya da iki Meclis gibi kurumlarda birçok frenleyici unsur, karşıt güç var. Kongre henüz, Trump'un kendini seçtirdiği, Obamacare'in yani Obama'nın sağlık reformuyla ilgili yasasının ortadan kaldırılması, Meksika sınırı boyunca bir duvarın inşa edilmesi gibi hiçbir sözü kabul etmedi. Hatta eğer Trump'un kontrol edilemez hale geldiği veya Trump'un kendi şirket grubunun çıkarları ile Amerikan devletinin çıkarlarını, Rusya'da olduğu gibi, kendi özel işleriyle devlet işlerini birbirine karıştırdığı kanıtlanırsa, perde gerisinde parayı ve politik iktidarı elinde bulunduranların, Trump'ı görevinden almaya çalışması bile sözkonusu olabilir. Özel bir savcının atanması bu yönde ilerliyor ve aynı zamanda, oldukça kibirli ve gururlu olan Trump'ın iktidarda yalnız olmadığını hatırlatıyor. Her durumda Trump, değişim vaat ederek kendini seçtirmiş olsa da, 20 Ocak 2017'den beri resmi olarak görevde bulunmasına rağmen temel olarak hiçbir şey değişmedi.

Hatta dış politika açısından bile, somutlamak istediği kopma, şu an için gerçeklikten ziyade boş el kol hareketleri ve ifadelerden başka bir şey değil. Kuzey Kore, Venezuela ya da İran'a karşı saldırılarını arttırdı. Ancak İran nükleer anlaşmasını bozmadı. Sonuçta, siyasi demagojiyi iç politikada kullanmak bir şey, emperyalizmin işleri başka bir şey.

Göçmenler, kendilerini Trump'un saldırılarının merkezinde buldu. Özellikle ABD ikamet belgesi olmayan 11 milyon göçmene saldırıyor. Göçmenlere karşı yapılan demagoji ve Meksika sınırına asker yığılması, yeni değil. 2000 ile 2016 arasında, Arizona'da, Texas ve New Mexico'da en az 6.023 göçmen, giderek daha geçilemez olan ve daha şimdiden bir kısmına duvar örülmüş bulunan sınırı geçmeye çalışırken öldü. Başka bir deyişle, Trump göçmenlerin koşullarını daha da zorlaştımaya çalışıyor olsa da, bunu yapan ilk kişi değil. Obama'nın iktidarının 8 yılı (2009-2017) boyunca, 3.1 milyon göçmen sınır dışı edildi. Clinton (1993-2001) ve Bush (2001-2009) yönetimleri çok sayıdaki göçmeni sınır dışı etseler de, Obama'nın gönderdiği göçmen sayısı rekor.

Trump, 18 yaşından küçükken ebeveynleriyle birlikte gelen 800 bin genç göçmenin, ABD'de kalmasını sağlayacak bir programa son vermekle tehdit ediyor. Trump, iktidarın başkanına yüklediği sorumluluğun sınırları içinde, yabancı işçilerin kabul şartlarını ve onların yaşam koşullarını zorlaştırabilir. Birkaç bin göçmenin Kanada'ya doğru gitmesi bu korkuyu yansıtıyor. ABD göçmenlerle inşa edilmiş olsa da, genellikle sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bir siyaset geçerli oldu. Bununla birlikte, şu kesin: Göçmen karşıtı siyaset, kapitalistlerin çıkarlarının başladığı yerde bitecek. İkamet belgesi olmayan göçmenler, genellikle modern çiftliklerde, endüstride, gıda tarımında, inşaat alanında ve Trump'ın kendisine de ait olan otellerde ve golf sahalarında, kolayca sömürülebilecek bir işgücü.

Rusya ve Ukrayna

Rusya, milyonlarca insan yaşamak için gereken imkan ve hizmetlerin altındaki olanaklarla yaşamaya, hayatta kalmaya çalışırken, çok sayıda dolar milyarderlerine sahip olan dört ya da beş ülkeden biri.

Çok zengin bir azınlığa karşın, ilkokul öğretmenleri ayda 120 avro, en kalifiye işçiler 550 avro ücret alıyor. Zenginlerle nüfusun çoğunluğu arasındaki bu uçurum, artık Rus toplumunun en belirgin özelliği.

Bürokratlar, mafya ve yeni burjuvalar tarafından iktidarın sağladığı ayrıcalıklarla ekonominin ve kitlelerin yağmalanması asla durmadı.

Bürokrasi, yırtıcı açgözlülüğü ve sorumsuz davranışıyla çeyrek yüzyıl sonra, 100 yıl önce Ekim devriminden doğan İşçi Devleti'nin uzak mirasçısı, kendi yönettiği Sovyetler Birliği'ni, önce parçaladı, sonra da yok etti.

Bu çöküşten ortaya çıkan, nüfusu, yayıldığı alan, göreceli zenginliği ve uluslararası ilişkilerdeki yeri açısından temel, ana bir devlet olan Rusya, kendi yararlandığı sosyal tabakalar ve sınıflarla ilgili bu sorumsuzlukla damgalanmış durumda.

Böylece, Rusya başkanı, paraları yurtdışına çıkarıp orada saklayanlara, paraların geri getirmeleri için yeni bir af ilan etti. Ancak öncekinden çok daha fazla etkisi olmadı. Varlıklı kişiler tarafından örgütlenen özel sermayenin yurtdışına kaçırılması, Rusya'yı, ekonomisini doğrultma olanağından yoksun bırakıyor. Rusya ayrıca, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçlerin egemen olduğu küresel bir mali sistemi besliyor. Rus iktidarı, bütün açıklığına ve karşıt verilere rağmen üstünlüğünü hissettirebildiğini iddia ediyor.

Kremlin'in ekonomik gelişme olanakları arayan Rusya şirketlerinin yabancı ülkelerdeki kayıt usullerini yumuşatıp rahatlatması, sadece görünüşte aykırı bir durum. Aslında, Putin sadece, yırtıcı açgözlü davranışları kendi devletini zayıflatsa bile, iktidarın zirvesindeki sınıf, kast ve tabakalara hizmet edebilir.

Bu parazit sistemin en öndeki imtiyaz sahipleri, Putin iktidarını toplumun geri kalan kesimi karşısında en iyi koruyucu olarak görüyor. Bu öyle bir Putin ki, henüz ilan etmemiş olsa bile, gelecek Mart ayındaki seçimlerde dördüncü dönem için entrikayla da olsa, Rusya Federasyonu'nun başına geçmeye hazırlanıyor. Ne devletin yüksek bürokrasisi içinde, ne de aşağı yukarı düzene, istenilenlere uyan oligarklar arasında, inandırıcı bir rakibinin bulunmaması nedeniyle Putin, rejimi yönetmeye yetenekli tek kişi gibi görünüyor.

Putin'in yönettiği rejimin istikrarsızlığı, onu, ülkedeki çok az örgütlü de olsa hükümet elitlerinin yolsuzluklarının inatla üzerine giden avukat Navalny'nin tek muhalefeti de dahil, uyumsuz tüm sesleri susturmaya zorluyor.

Kremlin'i, Navalny'nin yabancı düşmanı bir milliyetçi, monarşist ve kapitalizmi öven fikirleri korkutmuyor. Gerçek şu ki, rejimin bazı büyük kusurlarının açıklanması, iş çevrelerinin küçük burjuvazisinin ve aydın gençliğin ötesinde yankı buluyor. Bu açıklamalar, insanları ülke çapında yasaklanmış protesto gösterileriyle harekete geçiriyor.

Uzaktan yargılayabildiğimiz kadarıyla yetkililer, işçi sınıfı içinde gerçekten var olduğu kabul edilen hoşnutsuzluk, iktidardakilerin parazitliğinin sorgulanmasıyla en geniş çevrelerde, şirketlerde de yankı buluyor.

Rusya, uluslararası düzeyde, bir yandan diplomatik ve askeri çıkarlarını savunmaya çalışırken, bir yandan da ABD ile Orta Doğu ve Kuzey Kore gibi dikenli konuları içeren dosyaları gerektiği gibi yönetebilmesi için iyi niyetli hizmetlerini sunuyor.

Bu, emperyalizmin, öncelikle de ABD'nin, Rusya üzerindeki, hatta onun hakim olduğu alanlardaki baskısını sürdürmesini engellemiyor. Kırım'ın ilhak edilmesi bahanesiyle Kremlin'e karşı yeni çarpıcı yaptırımlar düzenlendi. Ayrıca, Ukrayna'daki, Putin'in rejiminden daha iyi olmayan, Rusya'nın ayağına batan bir diken olduğu yani ona sorun teşkil ettiği için Batı'nın gözünde değerli olan, Porochenko'nun milliyetçi ve yabancı düşmanı rejimini, hiçbir yardım almadan ve büyük çaba sarfederek destekliyorlar.

Orta Doğu

Orta Doğu, stratejik konumu ve petrol zenginliğiyle, çok uzun zamanlardan beri, emperyalist rekabetin merkezini ve büyük güçler arasındaki ilişkilerin barometresi.

IŞİD bu yıl, Suriye ve Irak'ta, özellikle Musul ve Rakka'daki topraklarının büyük kısmını kaybetti. Benzer şekilde Beşar Esad'ın birlikleri, Halep'i, çoğunlukla cihadcı milisler tarafından kurulan muhalefet gruplarından geri aldı. Bu, ne Suriye'de, ne Irak'ta ne de bölgenin geri kalan kısmında anlaşmazlık ve çatışmaların bittiği anlamına geliyor. Aksine, ilgili farklı güçler arasında yeni rekabet konuları patlak veriyor.

Suriye'deki nispi istikrar, öncelikle ABD'nin de kabul ettiği Rusya'nın müdahalesine bağlı. ABD, Rusya'nın müdahalesini, durumu kontrol edemediği için kabul etti. Ayrıca İran ve Lübnan'lı Hizbullah'ın da yardımıyla Şam rejimi, durumdan daha güçlenmiş olarak çıktı. Önce onun devrilmesi üzerine bahse tutuşan emperyalist güçler, şimdi onu daha az kötü kabul ediyorlar, çünkü bölgede en azından biraz otoritesi olan bir muhatapları oldu. Ancak Şam rejiminin, Rusya'nın ve İran'ın ayrıcalıklı bir müttefiki olması, emperyalist güçlere sorun teşkil ediyor. Dolayısıyla Şam rejimine veya diğerlerine karşı baskı yapmaya ya da müdahale etmeye devam ediyorlar. Bununla birlikte, emperyalist güçlerin desteğini aldığı, dayandığı farklı müttefiklerin, genellikle birbiriyle çelişen çıkarları var ve her zaman da kontrol edilemiyorlar.

Böylece ABD'nin geleneksel müttefiği olan Suudi Arabistan, güçlenmesinden korktuğu İran karşısında kendini bölgesel bir güç olarak dayatmak istiyor. Suudi rejimi, Yemen'de, kendi ülkesindeki iç muhalefeti güçlendirebilecek, durumun kendi kontrolünden çıkmasına yol açacak ve hatta rakibi İran'ın bölgede yapmak istediklerine destek olabilecek siyasi bir iktidarın yerleşmesi korkusuyla, askeri müdahaleye başladı. Cihadcı grupların gelişmesine ne kadar yardım ettiğini bildiğimiz bu rejim, terörizmle işbirliği suçlamasıyla Katar'la da ilişkilerini kesti. Aslında gerçek neden, Katar'ın çok büyük gaz rezervlerinin işletilmesi konusunda İran'la işbirliğine girmiş olması; ayrıca gelecekte Suriye'nin yeniden inşasında ekonomik hedeflerinin bulunması ve Türkiye'nin desteğiyle bunu gerçekleştirmek için mali olanaklarının olması. Suudi Arabistan, Katar'a, aynı zamanda bölgedeki müttefiklerine; emirliklere, hem İran'la yakınlaşmalarını, hem de bölgedeki egemenliğinden çıkmalarını kabul etmeyeceğini belirtmek istiyor.

Türkiye ise kendi açısından, cihadcı grupların desteğiyle Suriye'deki müdahalelerinin başarısızlığının sonuçlarını ödüyor. Erdoğan, Rus ve İran'ın etkisinin artması kadar, Esad rejiminin güçlenmesiyle de uzlaşmak zorunda. Aynı zamanda, Suudi Arabistan'la olan ilişkilerini korumak, özellikle de Katar ile ilişkilerini kopartmaktan sakınmaya çalışıyor. Katar'la sıkı mali ve ekonomik ilişkiler, özellikle birçok ülke ile tartışılan petrol ve gaz kaynaklarını işletme projeleri geliştiriyor. Sonuç olarak, Suriye'deki savaşın sonuçlarından biri, Türkiye sınırına yeni özerk bir Kürt bölgesinin Rojava'nın yerleştirilmesi oldu. Rojava'nın yöneticileri, Türkiye'nin özerklik isteyen Kürt örgütü PKK'nın müttefiki.

ABD, Suriye'ye askeri birlik göndermekten sakınarak IŞİD ile savaşmak için büyük oranda Irak'taki, aynı zamanda Suriye'deki Kürt savaşlara dayandı. Kürt savaşçılar, bunun karşılığında özerklik verilmesini bekliyor. Uzun zamandır Irak Kürdistan'ı için bu durum sözkonusu. Irak Kürdistan'ının yöneticileri, bağımsızlık referandumu örgütleyerek açık arttırma değerlerini yükselttiler. Ancak ABD ve Rusya için, Kürt bölgelerinin özerkliğini veya bağımsızlığını resmen tanımak, kabul etmek, onları İran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi müttefikleri karşısında zor durumda bırakacak. Aslında, belirli bir durum, en iyi ihtimalle mevcut koşullar kısa bir süre için geçerli olabilir.

Ortadoğu, büyük güçler için her zamankinden daha fazla müdahale alanı. Bu alanda kendilerinin ve müttefiklerinin çıkarları, gelişigüzel bir çelişkiler yumağında birbirine karışıyor. Ancak Suriye, Irak ve Yemen'deki son çelişki ve çatışmaların sonucu, geriye tahrip olup yıkılmış ve bölünmüş ülkeler kaldı. Bu ülkelerde yaşayanlar, faklı milislerin, diktatörlük ya da yarı diktatörlerin keyfiliği arasında seçim yapmak zorunda. Bu tabloya, İsrail'deki ve işgal altındaki bölgelerdeki durumun daha da kötüleşmesini eklemek gerekir. Netanyahu hükümetinin baskı ve şiddetinin radikalleşmesi, Filistinlilere hiç ümit bırakmıyor. Orta Doğu'da, savaşlar sona erse bile sadece bir sonraki çatışmaların ana hatlarını çiziyor.

Çin

Çin Komünist Partisi'nin 19. Kongresi, Xi Jinping'i, hala komünist olduğunu iddia eden Çin'e yakışır, görkemli bir biçimde, beş yıl için tekrar seçti.

Batı basınının yorumcularına göre değerlendirilirse, Kızıl İmparator diye nitelendirilmediği zamanlarda, bazen Mao, bazan Deng Xiaoping, bazan da aynı anda ikisiyle birlikte kıyaslanan, yeniden seçilen Genel Sekreter için, bu büyük bir zafer. Xi Jinping, çeşitli aşiret ve çıkar gruplarının üzerindeki otoritesini yeniden kurmuş gibi görünüyor. Merkezi veya bölgesel güçler arasındaki rekabet, rejimi zayıflatıyordu. Bu otoritenin ne kadar gerçek ya da yapay olduğunu gelecek gösterecek.

Yolsuzlukların neden ya da bahane olduğu birçok iş, kısa bir süre önce yankı uyandıran skandallara yol açarak, devletin zirvesindeki çıkar gruplarının çekişmelerine zayıf da olsa ışık tuttu, dikkat çekebildi. Politik büro üyesi, eski bakan ve partinin, ülkenin en büyük kentlerinden biri olan Chongqing'deki yöneticisi Bo Xilai'nin olayı, 2013'de müebbet hapse mahkum olmasına yol açtı. Bo Xilai'nın düşüşü, kendisiyle birlikte, ne cinayetle suçlanan bir eşin, ne de bir polis şefinin eksik olmadığı, polisiye bir romana benzer bir senaryo ile zirvedeki yöneticilerin bir kısmını da beraberinde sürükledi.

Bo Xilai olayı, buzdağının sadece görünen parçasıydı. Devlet aygıtının yüksek bürokratları kadar, yeni zenginlerden de oluşan, nispeten geniş ayrıcalıklı bir katmanın zenginleştirilmesi, nüfusu 1 milyar 379 milyon olan devasa ülkenin devlet aygıtı üzerinde, sürekli olarak sarsıcı ve parçalayıcı bir etki yapıyor.

Devlet aygıtı gibi, partinin bazı yüksek görevlileri, Şanghay, Pekin, Kanton, Shenzhen gibi büyük kentleri ya da bir devlet büyüklüğündeki bölgeleri yönetiyor. Bunlar, yönetici kastlarla iş çevreleri arasında sürekli dokunan çoklu bağlarla güçlenen, hatırı sayılır ölçüde büyük siyasi güce sahip.

Ekonomik hayatta devletin koruduğu ağırlık göz önüne alındığında, milyonerlerin, hatta milyarder Çinlilerin serveti, devletin ve partinin en üst düzeylerinde sadece destek buluyor ve işbirliği yaratıyor.

Çin ve Sovyet devletlerinin farklı köklerine rağmen, Gorbaçov zamanında Sovyet devletinin dağılması, Çin devletinin yüksek yöneticilerine, sürekli, kalıcı bir düzenin gerekliliğini hatırlatıyor. Devlet aygıtı, kendisinden çıkarlarını savunmasını bekleyenlerle belirgin bir rekabete girerse, hızla çürüyüp ayrışabilir.

Devlet, devlet bürokrasisinin aşiretleri arasındaki rekabetin aşındırıcı ve yıpratıcı etkilerine maruz kalsa da, birlik ve bütünlüğe, yönetici tabakaların ortak çıkarlarının korunması için kaçınılmaz olarak zorunlu.

Bu öncelikle, muhtemelen dünyanın en kalabalık, en güçlü sınıfına dönüşmüş olan, kamu şirketlerinde ya da Batılı büyük şirketlere bağlı çalışan çok sayıdaki büyük şirkette, Japonya'daki, ABD'deki veya Avrupa'daki ücretlerden 5 ya da 10 kat daha düşük ücretle çalışan işçi sınıfından başlayarak, emekçi sınıflara karşı mutlaka gerekli. Kapitalist gelişimin büyük hızlı, kırsal bölgelerden kovulan, kentlerde hakları olmayan yoksullara dönüşen büyük köylü kitlelerine karşı kaçınılmaz.

Çin, patlamaya hazır sosyal bir barut fıçısı ve liderleri bunu biliyor. İşte bu durum, belirgin bir biçimde diktatörlüğü gerekli kılıyor. Yorumcuların, partinin ve devletin birbirlerinin konumu üzerine yaptıkları spekülasyonlar, özellikle birinin üst düzey yöneticiler tabakası, diğerininki ile aynı olduğu için kuru gürültüden başka birşey değil.

Rejimin görünürdeki istikrarı, sınıf karşıtlığını, çatışmalarını ortadan kaldırmıyor. Hatta "vahşi kapitalizmin", burjuvazinin zenginleşme yarışının, özellikle de inşaat ve emlak sektöründe yapılan sayılamayacak kadar çok vurgunun, ekonomiyi zayıflattığını bile gizleyemiyor. Öyle ki, ekonomik büyüme mali çöküşün insafına kalmış durumda.

Batılı basın, Çin'deki demokrasiyi ya da halkın özgürlüğünü ikiyüzlülükle sorgulayabilir. Çin'deki ekonomik durumun gelişmesi ile çok yakından ilgilenen Batılı büyük sermaye, yerel yöneticilerin sosyal patlama korkularını tamamen paylaşıyor. Şiddetli ve zararlı bir milliyetçilikle karışık bir "komünizme" yapılan göndermeler, "dünyanın atölyesine" dönüşen Çin işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sosyal gerçekliği gizleyemiyor. Ayrıca gösterişli biçimde zenginleşen ayrıcalıklı bir sınıf ile büyük şirketlerde yoğunlaşan büyük bir işçi sınıfının arasındaki çıkar çelişkileri ve çatışmalarını da gizleyemiyor.

Diktatörlüğe ve rejimin sosyalist etiketine rağmen, sınıf ilişkilerinin gerçekliği, sonunda bilince gidecek yolu açacak.

Rejimin, Çin tarafından yeniden kazanılan gurur ve onura yaptığı göndermelere rağmen, büyük güçlerin saflarında önem kazanmasının, yükselmesinin sınırı var. Çin işçi sınıfının giderek büyüyen bir kısmı, Amerikan, İngiliz veya Fransız Batılı büyük sermaye ve Japon sermayesi tarafından, doğrudan ya da dolaylı yollarla sömürülüyor. Aslında, "dünyanın atölyesi", büyük Batılı şirketlerin taşeron atölyesi.

Vietnam veya Kuzey Kore gibi eskiden sömürge veya yarı sömürge olan bazı ülkelerle, bir ölçüde de Castro yıllarının Küba'sı ile paylaştığı Çin devletinin özgünlüğü, ülkeyi onlarca yıl boyunca, emperyalist büyük güçlerin doğrudan el koymasına karşı korudu.

Bu büyük emperyalist güçler, Çin'i uzun süre yarı sömürge, ezilen ve aşağılanan bir duruma indirgedi. Geçmişteki bu egemenliğin sonucu, uyuşturucu afyon savaşları, Çin'in savaş ağalarının kanunu altında parçalanıp dağılması, imtiyazlar sistemi (Batılı emperyalist güçler tarafından Çin'den koparılıp alınan toprak parçaları, onlara ticari dayanaktı) ve son olarak bütün kokuşmuşluğuyla, Çin sosyal yapısında asgari düzeyde reform yapmadaki yeteneksizliğiyle Çan Kay Şek rejimi oldu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında köylülüğün büyük devrimci dalgası, Mao'nun rejimi ve onu izleyen rejimlere, Çin'in emperyalizmin zenginleşmek için yaptığı birçok girişime direnmesini sağlayan sosyal tabanı verdi.

Mao'nun rejimi sırasında Çin'in radikal milliyetçi yöneticilerinin üstlendikleri komünist etikete, bu etiketi Mao'yu izleyen rejimlerin giderek daha az istemelerine rağmen, Çin devletini her zaman burjuva devleti olarak kabul ettik. Çünkü bu devletin, hiçbir zaman burjuvaziyi devirme gibi bir perspektifi olmadı, toplumun kapitalist örgütlenmesini yıkmak istemedi yani özel koşullarda doğmuş, özgün bir burjuva devleti oldu.

Burjuvazinin, emperyalizme karşı kendi çıkarlarını korumanın aracı olan devlet ve devletçilik, Çin için zamanla, dünya emperyalist düzeniyle bütünleşmesinin de temel faktörüne dönüştü. Bütünleşme, klasik bir komprador burjuvazi (doğrudan emperyalist ülkelerin kapitalistlerinin hizmetinde olan ve onların koruyup kollaması altında varlığını sürdüren burjuvazi), en azından temel olarak onun tarafından gerçekleştirilmedi. Komprador burjuvazi, Maoist rejim onu yok etmeye çalışmaksızın, bütün doğu Asya'ya, Tayvan'dan Singapur'a kadar geniş ölçüde yayıldı.

Devlet aygıtının kendisi, Çan Kay Şek zamanındaki komprador burjuvaziye göre Çin burjuvazisinin gelişmesine daha uygun başka bir güç ilişkisi temelinde, emperyalist burjuvazi ile Çin arasında aracı olarak hizmet etti.

Tarih özgün bir yola yöneldi. Devlet aygıtının içinde ve etrafında doğan burjuvazi ve eski komprador burjuvaziden geriye kalanlar, belirli bir süre Tayvan, Singapur ve Hong Kong diasporalarına egemen olanla, Mao zamanında çalışma kampları yıllarından sonraki gibi kendi sosyal konumunu yeniden elde etmekte olan burjuvaziyi, aynı sosyal sınıf içinde bütünleştiriyor. Bu iki toplumsal tabaka arasındaki bağların hiç bir zaman gerçekten kopmadığı doğrudur.

Çin devletinin kendisi, devlet şirketleri ve bankaları aracılığıyla, Japon, Amerikan ve Alman tröstleriyle ortaklık kuruyor. Temel olarak taşeronluk sözkonusu, ancak sadece bu değil; böyle oluşturulan bazı şirket yoğunlaşmaları, birlikler de kurabiliyor. Ayrıca, emperyalist ülkelerde bile bağımlılık ilişkilerini taşaron firmaların işleyişi yaratmaz. Bağımlılık ilişkilerini yaratanın, sermayenin ağırlığının, yani miktar ve etkinliğinin olduğunu hatırlamak gerekir (örneğin, Michelin'in taşaron firmasının ağırlığıyla, emir veren otomobil şirketleri ve onların malzeme araç gereç sağlayan, bakım onarım yapan, temizlik işleriyle ilgilenen gibi birçok alt şirketlerini kıyaslamak gibi.)

Sonuç olarak, Çin devletinin rolü ikili ve karmaşık. Bu karmaşıklık, Çin devletinin sınıf doğası ile ilgili değil, emperyalizmle sürdürdüğü ilişkilerden kaynaklanıyor. Hatta eskiden Çin devletinden işçi devleti diye bahseden en geri, sözde Troçkistler bile, artık onu böyle nitelendirmeye cesaret edemiyor. Devlet, Çin burjuvazisinin şimdiki ve gelecekteki çıkarlarını temsil ediyor. Bir yandan Çin burjuvazisinin kendisini, emperyalist büyük sermayeden korumasını sağlarken, diğer yandan dünya pazarıyla bütünleşmesi için güçlü bir etken rolü oynuyor.

"Xi Jinping'in küresel hırsları" (6-7 Ağustos Le Monde gazetesinin başlığı) ve Çin'in yayılmacılığının arkasında, sadece, gıda güvenliği nedeniyle, Afrika'da ya da başka bir yerde satınalınan topraklar sözkonusu olduğunda kullanılabilecek bir deyim olan "ulusal çıkar" yok. "İpek Yolu"nun moderninin inşa edilmesi, Orta Doğu'dan Yunanistan'a kadar limanların yapılması gibi konuların arkasında, giderek artan biçimde, Batılı büyük tröstlerin çıkarları ve onların dünya pazarlarına kolayca girme isteği var.

6-7 Ağustos tarihli Le Monde gazetesi "Avrupa-Asya demiryolunun liman kenti" Chongqing başlığını attı. Alt başlık ise "Eski İpek Yolu güzergahı üzerinde, 11 bin kilometrelik Yuxinou demiryolu hattı, Alman limanı Duisbourg'a kadar nakliye gerçekleştiriyor" idi. Ancak aynı makalede, Çinli bir yetkiliden yapılan; "Foxconn ve HP'nin ihracatının yaklaşık %60'ı için tren kullanılıyor. Bilgisayar üreticisi Acer ve Asus gibi firmalar için bu oran % 20 ile %30 arasında" alıntısı, bir gerçeği ortaya koyuyor.

Bazıları burada Çin emperyalizminin ifadesini görüyor. Bununla ne demek istendiğinin bilinmesi gerekir. Rekabetçi kapitalizmin gelişmesiyle üretilen sermayenin yoğunlaşmasıyla, sermayesini ihraç etmeye itilen gelişmişlik (Lenin çöküş dönemi diyordu) düzeyine ulaşmış bir kapitalizm söz konusu değil ama özel bir tarihi durum söz konusu. Çin ekonomisi ve toplumu, eşitsiz bileşik gelişmenin özgün bir biçimini oluşturuyor; devlet ekonomisi ve özel ekonominin birbirine karışması; ultra modern kentler ve az gelişmiş kırsal kesimler, vahşi kapitalizm ile sosyalleşmekte olan söylem arasındaki uçurum giderek daha da derinleşiyor.

Bu özgün yol, orta burjuvazinin, orta sınıfın güçlenip sağlamlaşmasını, zenginleşmesini, Batılı benzeri işbirlikçileriyle rekabet edebilecek kızıl milyarderlerin ortaya çıkmasını sağlasa da, sömürülenler sınıfını yoksulluktan kurtaramadı. Hatta ülkenin azgelişmişlikten çıkmasına bile izin vermedi.

Çin, yurtiçi üretimi açısından dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelse de, Rusya, Meksika gibi yarı gelişmiş ülkelerin ve hatta Botsvana, Karadağ ve Türkmenistan'ın bile çok gerisinde kaldığının altını çizmek gerekir mi? Çin'in brüt yurtiçi üretimi, Gayri Safi Milli Hasılası, hesaplama yöntemlerine göre, kişi başına 7 bin ila 12 bin dolar arasında değişiyor. Bu rakamlar, Almanya'nın 45 bin, Fransa'nın 44 bin ve ABD'nin 53 bin dolarıyla kıyaslanabilir. Çökmekte olan kapitalizm bazında, yoksul ülkelerin gelişmiş emperyalist ülkeleri yakalayıp geçmelerini sağlayacak, bir "Küba yolu", bir "Vietnam yolu" veya... bir "Kuzey Kore yolu" olmadığı gibi, "Çin yolu", da yok.

Çin'in evrimi, devasa ölçekte, emperyalizmin bir zamanlar kendisine radikal bir biçimde karşı çıkan, meydan okuyan rejimlerle, ayrıca, nüfusu ve toprak büyüklüğü nedeniyle diğer hiçbir yoksul ülkenin sahip olamadığı olanaklara sahip olan ülkelerle bile bütünleşme yeteneğini ortaya koyuyor.

Bundan çıkarılabilecek tek uygun sonuç, bizi Marks'tan beri süregelen devrimci komünist akımın temel fikrine götürüyor: İnsanlığın geleceği, toplumun iki temel sınıfı, burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelede belirlenecek. Yan bir yol söz konumu olamaz, yalıtılmış ülkeler için bile hiçbir kaçış yolu yok.

Troçki, dönemin şüphecilerine yanıt olarak Geçiş Programı'nda şunları yazdı: "Sosyalizm için henüz tarihi koşulların oluşmadığı gibi her türlü gevezelikler, sadece cahilliğin veya bilinçli bir yanıltmacanın, aldatmacanın ürünüdür. Proleter devriminin nesnel öncülleri, koşulları, sadece olgunlaşmakla kalmadı, hatta çürümeye bile başladı."

Çöküşe doğru giden kapitalizmin çürüyüp kokuşması, kendisini sadece, kriz, işsizlik, insanlığın üretici güçlerinin tahribi gibi ekonomik alanda göstermiyor. Sosyal yaşamın bütün alanlarında olduğu gibi uluslararası ilişkilerde de gösteriyor: Sahel'deki, Sudan'daki, yerel ve bölgesel savaşlar, diğer Afrika ülkelerine yayılıyor. Bu savaşlar, sadece Latin Amerika'dan ABD'ye, Afrika'dan Orta Doğu'ya, Asya'dan Avrupa'ya doğru değil, aynı zamanda, bir Afrika ülkesinden diğer Afrika ülkesine veya Birmanya gibi az gelişmiş ve yoksul bir ülkeden, daha yoksul Bengaldeş gibi ülkeye doğru sığınmacı göçmen akışına neden oluyor. Çökmekte olan kapitalizmin, ahlaki ve insani çürüyüşünün diğer bir işareti, sayıları giderek artan, halklar arasında inşa edilen dikenli tellerle donatılmış duvarlar.

Terörist saldırıların kendisi, kapitalizmin çürümüşlüğünün diğer bir ifadesi. Artık emperyalist ülkelerde de gerçekleştirilen saldılar, egemen burjuvazinin diğer kişi ve grupları arasında bir başkası olan Batılı kamuoyunda, daha çok yer buluyor.

Troçki, Geçiş Program'dan alıntı yapılan bölümü şöyle bitiriyor: "İnsan medeniyeti eğer gelecek tarihi dönemde bir sosyalist devrim olmazsa, bütünüyle felakete doğru sürüklenme tehdidi altında. Her şey proletaryaya, yani her şeyden önce, proletaryanın devrimci öncüsüne bağlı. İnsanlığın tarihsel krizi, devrimci yönetimin krizine indirgeniyor."Bu satırların yazılmasından birkaç ay sonra, insanlık kendisini İkinci Dünya Savaşı'nın felâketine dalmış buldu.

Bundan onlarca yıl sonra, çökmekte olan kapitalizm yeniden barbarlığa gömülüyor. Troçki'nin yaşadığı, kendi zamanından çıkardığı sonuçlar ve dersler günümüz koşullarında da geçerli: "Her şey proletaryaya, her şeyden önce de proletaryanın devrimci öncüsüne bağlı." Yani komünist devrimci partilerin ve devrimci bir Enternasyonal'in yeniden doğmasına bağlı.

30 Ekim 2017